Bu coğrafyada yaşayan kadınların maruz kaldığı cinsel ve toplumsal şiddet başka yerlerdekine benzemez. Daha ağır, daha acıtıcı, daha çıplaktır. Bekaret kontrolü, kadın sünneti ve töre cinayetleri gibi uygulamalara baktığımızda bunu hemen fark ederiz.

Burada rejimler en çok kadın düşmanlığından beslenir. Onun içindir ki, Ortadoğu’da ortaya çıkan her siyaset eninde sonunda kadınların bedeni üzerinden temize çekilir.

Mona Eltahawy'nin Foreign Policy dergisinin Mayıs-Haziran 2012 sayısında yayımlanan ve Ruken Işık’ın İngilizceden Türkçeye çevirdiği “Bizden neden nefret ediyorlar?” başlıklı yazısı, bu durumu değişik örnekler üzerinden anlatıyor. Bunlardan biri unutulur gibi değil. 2002 yılında Mekke’deki bir okul yangınında ölen 15 kızın hikâyesi bu. "Ahlak polisleri" kaçmalarını engelliyor ve itfaiye ekipleri de kamusal alanda zorunlu olan örtü ve mantoyu giymedikleri için kurtarmıyor onları. Yanarak ölüyorlar. Üstelik bunun üzerine hiçbir şey yapılmıyor. Hiç kimseye dava açılmıyor. Aileler de susturuluyor.

Üzerini ne kadar şekerle falan kaplayıp bize yutturmaya çalışsalar da, acı gerçek budur. Bütün o kutsal anne, iyi eş teraneleri falan hikâye. Ortadoğu, kadınlardan nefret ediyor. İtaatkar birer hizmetçi, doğurgan bir damızlık, ucuz bir işçi olduğunuz sürece sırtınız sıvazlanıyor olabilir. Bu sizi yanıltmasın. Önünüze atılanlarla yetinmediğiniz anda (hatta kimi zaman yetinseniz bile) erkeklerin öfkesine ve kinine maruz kalırsınız.

Çocukken buna anlam veremezsiniz. Daha küçücükken öğretilir size daha alçak sesli, daha az renkli, daha az görünür olmak. Sonunda büyüyüp de bir orman hayvanı gibi tetikte yaşamaya zorlandığınızda, sizi avlamak için fırsat kollayan bu düzene hep aynı soruyu sormak istersiniz: Benden neden nefret ediyorsun?

Bir zaman sonra bu sorunun cevabı ağır bir lokma gibi boğazınıza oturur. Anlarsınız ki, kadınlar sadece var oldukları için aşağılanırlar. Yalnızca burada olduğumuz ve “güneşin altındaki yerimizi” talep ettiğimiz için horlanırız. Görünür olmak istediğimiz için, kendimize annelikten ve eşlikten başka bir hayat biçmeye cesaret ettiğimiz için nefret ederler bizden.

Batı’da durum farklı mı diyeceksiniz? Değil elbette. Ama en azından bunun üstünü örtme zahmetine katlanıyorlar. Bu coğrafyada ise kadın örtündüğü ölçüde, kadın düşmanlığı örtüsünden sıyrılır ve pervasızlaşır.

Dünyanın bu tarafında, hep bir ağızdan ve yüksek sesle ifade edilen bir kadın düşmanlığına maruz kalırsınız. Bununla yaşamanız beklenir. Bir süre sonra illa ki zıvanadan çıkarsınız. O zaman da sizi mahallenin delisi ilan ederler. Ne zaman canları sıkılsa, gelip kapınızı taşlarlar. Peşinizde bir kalabalıkla bir sokaktan öbürüne koşup durursunuz.

Bu coğrafyada kadın olmak bu anlama gelir. Hayatta kalmayı başarabilirseniz elbette.

Hükümetin “kürtaj açılımı” da aynı düşmanlığın bir yansımasıydı. Kor gibi için için yanmaya devam eden Uludere hikâyesinin ellerini yakmaya başladığı doğruydu. Ama bu ateşin kimden tarafa savrulacağı apayrı bir meseleydi. Derhal elden çıkarılması, mümkünse uzak bir yere doğru fırlatılması gereken Uludere ateşi, sonunda dönüp dolaşıp kadınların kucağında buldu kendini.

En kolay hedef kadınlar oldu. Her zamanki gibi. Yangında ilk gözden çıkarılacak olanlar.

Erdoğan tek bir hamleyle gündemi kadınlara çevirdi. Bir suçlu aranıyorsa, biz kadınlardan daha iyisi mi olurdu? Bunun faturası da bize patlasındı. Ne olacaktı sanki? Dünyayı sırtında taşıyan kadınlar, bunu da taşıyıverirdi.

Bir kaç feministten başka kimsenin sesi çıkmaz diye düşünmüş olmalılar. Onlar da az bağırır giderdi. Zaten mahallenin delisi, değil miydik? İki taş atardınız, olur biterdi.

Yalnız bu sefer hesaplar tutmadı sanki. Her köşeden itirazlar yükseldi.

Neden, biliyor musunuz?

İktidar uğruna kadınları cinayetine ortak etmeye kalkan hükümet, memleketin kafası çalışan kısmını bir gecede Hamletleştirdi. Siyasi görüşünden bağımsız olarak bir çok kişi artık aynı şüpheyi dile getirir oldu:

“Danimarka’da kokuşmuş bir şeyler var.”