Kol kola faşizm

Her ağzını açışta Avrupalıları Nazi, faşist diye yaftalamanın en başta o lanetli yılların mağdurlarının hatıralarına saygısızlık olduğu ortada. 2013’te Macar başbakanı Viktor Orban, Merkel’in politikalarını 1944’te Hitler’in ülkesini işgaline benzetmişti de, ortalık ayağa kalkmıştı. Bir de Alman ekolü Mesut Yılmaz’ın başbakanlık döneminde lügat paralamak sevdasıyla, “Lebensraum” sözcüğünü telaffuz ederek Hitler politikalarına gönderme yapma vakası var. Dönemin Alman Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel, Yılmaz’a gözü dönmüş biçimde sağa sola saldırmak anlamında, “Amok koşucusu” nitelemesiyle mukabelede bulunmuştu.
Artık işin ucu kaçtı, her ağzını açan AKP’li; Alman, Hollandalı, İsveçli ayırımı gözetmeden uluorta faşist, Nazi kelimelerini sarf ediyor. Doğaldır ki, 1 Kasım seçimleri öncesi, adeta RTE’nin seçim kampanyasına destek ziyaretinde bulunan, “altın varaklı” Osmanlı özentisi koltuklarda poz vermekten geri durmayan Merkel ve 2002’den beri AKP’ye hak etmediği ölçüde hayırhah davranan bilumum AB politikacıları için kahırlanmamız gerekmiyor. Ama doğrusu, Nazi dönemlerinde, zulme uğrayan sade insanların trajedisinin böyle sıradanlaştırılması, günlük politik çıkarlara malzeme yapılması vicdanımızı yaralıyor.

Hollanda hükümetinin, ülkelerini “evet” propagandası için “cenk alanı” seçen AKP’lilere tepkisinin, Türkiye’nin otoriterleşmesi, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması karşısında duyulan kaygılarla ilgisi olduğunu sanmak fazla sayılır doğrusu. Seçim kanunundaki, “yurtdışı ve yurtdışı temsilciliklerinde seçim propagandası yapılamaz” maddesi de, daha önceki ihlallere göz yumulduğu hatırlanırsa geçerli kabul edilemez. Geriye tek ihtimal, iç gündeme yönelik manevralar, 15 Mart’ta yapılacak seçimlerde “anti-İslam, yabancı düşmanı” oyları devşirme gayreti kalıyor.

Hollanda tuzu kuru ülkelerden
Çarşamba günü gerçekleşecek, sadece Hollanda için değil, tüm Avrupa açısından kritik önemdeki seçime geçmeden önce Hollanda’yı Van Persie, Sneider, Babel’in ülkesi olmanın ötesinde, daha yakından tanımakta yarar var. 17. yüzyılın tüccar kapitalist hegemon ülkesi, sanayi devrimine ayak uydurmakta biraz geç kalsa da, hep gelişkin, müreffeh bir coğrafya olmayı başardı. Bugün 17 milyon nüfusuyla, dünya ekonomileri sıralamasında 80 milyonluk Türkiye’nin bir basamak üstünde 17.sırada yer alıyor. 477 milyar dolarla dünyanın 8.ihracatçısı. Bu rakamı, Türkiye’nin 143 milyar dolarıyla kıyaslayınca dış ticaretteki başarısı ortaya çıkıyor. Yüzde 6 işsizlik, yüzde 8.6 cari fazla, Avro Bölgesi standartlarında yüzde 2.4’le tatminkar sayılabilecek büyüme temposuyla, Avusturya ve Almanya’yla birlikte “tuzu kuru ülkeler” safında yer alıyor.

Avrupa’nın en adaletli seçim sistemi
Hatırlatmadan geçmeyelim, tamamen nisbi temsil temelinde tasarlanmış, adaletli bir seçim sistemleri var. Haliyle bu sistem koalisyonlara kapı aralıyor, ne var ki uzlaşmaya dayalı hükümet desenleri yukarıda rakamlarıyla sergilenen ekonomik başarıya sekte vurmak bir yana, destek veriyor.

Normalde Hollanda seçimleri ülke dışında fazla bir heyecan yaratmazdı. Ne var ki, 15 Mart, Brexit ve Trump’ın başkan seçilmesiyle hız kazanan milliyetçi rüzgârların kıta Avrupası’ndaki etkilerini gözlemleyebilmek açısından kritik önem taşıyor. Hollanda, Fransa, Almanya, belki de İtalya’yı içerecek bir dizi seçimin ilk halkasını oluşturuyor

Avrupa Faşist Zirvesi
Ocak sonunda Avrupa’nın milliyetçi liderleri, Koblenz “karşı zirvesinde” bir araya gelmiş yaklaşan seçimler sayesinde dayanışmalarını ilan etmişlerdi. Bu ekipten, ilk tartıya çıkacak olan, Fransız Ulusal Cephe’den Marine Len Pen, Alman AfD’den Frauke Petry ile poz veren Hollanda Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wildesr’di. Hollandalı faşist lider, sarışınların göçmen korkusuyla saçlarının rengini gizledikleri demagojisiyle, o gün yine gündeme damgasını vurmuştu.

Wilders’in yükselişi
Wilders, parlamentoya ilk kez 1998’de, şu anki başbakan Marc Rutte’nin merkez sağ partisi VVD temsilcisi olarak girdi. O zamanlar Margaret Thatcher hayranı sıkı bir neo-liberalizm savunucusuydu. İlginçtir ki, 2005 yılında partisinden Türkiye’nin AB adaylığına verdiği onayı protesto ederek kopmuştu. Wilders’in siyasi yaşamı, ünlü Avrupa komiserlerinden Bolkestein’in kanatları altında başlamıştı. Bolkenstein, “Batı” ve “İslam” arasındaki “medeniyetler çatışması” tezini Hollanda siyaset kültürüne kazandıran kişi olarak da biliniyor. Kariyerindeki yükselişi şöyle açıklıyor: “Hollandalıların Türkiyeli ve Faslı göçmenlere karşı nasıl derin bir nefret duyduğunu tahmin bile edemezsiniz. Benim politik başarım bu duygulara tercüman olmaya dayanıyor”.
Hollanda tipi faşizmin baş teorisyeni ise, eski bir sosyal demokrat olan, akademisyen Pim Fortuyn sayılabilir. Fortuyn, Nazilerin biyolojik ırkçılığına Hollanda’daki ciddi tepkinin de bilinciyle, kültürel temelli bir faşizm ideolojisi geliştirmişti. Seküler bir yaşamı, kadın-erkek eşitliğini, eşcinsel haklarını savunuyordu. Müslümanlığın fıtratının bu “liberal” değerlerle bağdaşmaz olduğu ön kabulünden hareketle, “İslam kültürü” karşıtlığı üzerinden ciddi bir güç toplamayı başarmıştı.

Tüm faşistler-aşırı sağcılar gibi statüko karşıtı söylemi de ona puan kazandırıyor, etrafındaki destek artıyordu. Tam da yükseliş döneminde bir cinayete kurban gidince, Geert Wilders bir bakıma boş kalan koltuğa oturdu. Wilders’in partisi PVV, tam da birilerinin özlediği gibi, “tek başlı” bir yapı; biricik üye Wilders, tüm adayları mülakat yoluyla kendi seçiyor, milletvekili listesine yerleştirse bile, üye yapmıyor.

Neo-liberalizm faşizme gerekçe yaratıyor
Neredeyse tüm dünyada, kapitalist küreselleşmenin, iktisat politikası ideolojisi neo-liberalizmin yarattığı gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine, sosyal devletin erozyonuna karşı, bazen sol ama daha çok reaksiyoner sağ alternatifler yükseliyor. Wilders de bu akımın Hollanda’daki temsilcisi. Zaman içerisinde esen rüzgârlara ayak uydurup, sıkı piyasacılıktan refah devleti savunuculuğuna tornistan ediyor. Başta Fransız Ulusal Cephe, aşırı sağ, kamu varlıklarının özelleştirilmesinin getirdiği hak kayıplarından medet umuyor, 1945-75 arası Kapitalizmin Altın Çağı nostaljisiyle refah devletini sahipleniyor. Wilders de, Müslüman göçmen ve mültecilerin refah devletinin olanaklarını suiistimal ettiklerinden, gerçek Hollandalıların kurdukları sosyal devletin sınırlarını zorladıklarından hareketle, bir taşla iki kuş vurmayı amaçlıyor: “Neo-liberalizm” ve “İslam” karşıtlığını aynı argümanlarla bağdaştırmak.

Son düzlükte Hollanda seçimleri
Yakın zamana kadar kamuoyu yoklamalarında Wilders önde görünüyordu. Son düzlüğe girilirken başbakan Rutte’nin VVD’sinin az farkla öne geçtiği söylenmeye başlandı. Wilders de, son bir gayretle, en sevdiği silaha, “Türkiye karşıtlığına” sarıldı. Türkiye büyükelçiliği önünde bir basın açıklamasıyla, RTE’yi diktatör olarak nitelendirdi ve Mevlüt Çavuşoğlu’nun Rotterdam’da düzenleyeceği mitinge, “Bizi yalnız bırakın, lobinizi kendi ülkenizde yapın, buradan uzak durun” sözleriyle karşı çıktı. Kendi ülkelerinde, “HAYIR”cılara salon vermeyen, sözlerini-elektriklerini kesen, fiziksel saldırıya uğramalarına göz yumanlar; “Avrupa’ya” çıkınca, “düşünceyi ifade ve toplanma özgürlüğünün” en hassas temsilcisi kesildiler.

Sonrasında gelişen olaylar, hep hükümetin “Türkiye karşıtlığı” rantını Wilders’e kaptırmama hamlesinden kaynaklanıyor. Önceki Hollanda seçimleri ülke dışında fazla bir ilgi uyandırmazdı. Çünkü merkez partilerden oluşan bir koalisyonun ortaya çıkacağını tahmin etmek zor olmazdı. Bu kez, başka coğrafyalarda da gözlendiği gibi, belirgin bir “merkezden kaçış” eğilimi var; özellikle koalisyonun ikinci ortağı merkez sol İşçi partisinin seçimlerde büyük darbe alması bekleniyor. Karışık denklemlere karşın, Wilders’in de içinde bulunduğu bir koalisyon kurulması olasılığı pek yüksek görünmüyor. Ne var ki, PVV’nin birinci parti çıkmasının, Avrupa’da aşırı sağın yükselişi bağlamında sembolik bir önemi bulunuyor. Özellikle Marine Le Pen’in büyük bir heyecanla Hollanda’dan gelecek müjdeyi beklediği, seçmenleri nezdinde moral ve güven tazelemeyi umduğunu tahmin etmek zor değil.

Hollanda’nın sol cenahı
Seçimlerde sol cenahta geçmişin radikal sol hareketlerinin şemsiye örgütü Sosyalist Parti (SP), bir önceki seçimdeki ipi birinci sırada göğüsleme iddiasından hayli uzakta bulunuyor. Irkçılık karşıtı gündemi ön plana almayan, AB’ye sıcak bakmayan, daha çok emekçilerin sosyo-ekonomik sorunlarına odaklanan, böylelikle ırkçılığın otomatikman ortadan kalkacağını varsayan yaklaşımı fazla rağbet bulmuyor. Yeşiller Partisi ise üçüncü sıraya oynuyor. 2017 seçimlerinin yükselen öznesinin Yeşil-Sol (GL) hareket olduğunu söylemek mümkün. Partinin lideri Jesse Klaver Faslı bir babanın, Endonezya-Hollanda melezi bir annenin çocuğu. Irkçılık karşıtı olmaya zaten bu referansları bile yeterli. AB yanlısı, mülteci dostu, Wilders’in baştan hasım kabul ettiği bir figür. GL sadece ekolojist değil, aynı zamanda sosyal politikalar konusunda da duyarlılar, bir nevi Selahattin Demirtaş benzeri, Klaver’le birlikte eğitimli-profesyonel kesimlere de hitap ettikleri söyleniyor. Jesse Klaver, Mesih göndermesiyle “the Jessiah” olarak da adlandırılıyor.

Aşırı sağ kol kola
Türkiye ve Hollanda’nın, “sağcı, aşırı milliyetçi, farklı kültürlere düşman” temsilcileri, bilerek ya da bilmeyerek birbirlerinin değirmenine su taşıyor. AKP’liler Hollanda diplomatik temsilcilikleri önünde yeşil şeriat bayrakları sallayarak Wilders gibilerin ağzını kulaklarına getiriyor. Hollanda sağcıları da, AKP’li “evet” mangalarına Batı düşmanlığı yapacak cephane temin ederek, MHP’den “evet” oyları devşirme umutlarını yeşertiyor.

Bizim de her zamanki gibi, Türkiyeli ve Hollandalı yurttaşların “sol duyusuna” güvenmekten, sandıktan 16 Nisan’da ve 15 Mart’ta, RTE ve Wilders gibilerine net bir “HAYIR” cevabı çıkmasını dilemekten başka çaremiz kalmıyor.