Ankara’da evladının cenazesine sarılmak isteyen analara gaz sıkıldı daha dün… Evladın ölü bedeni çürümesin, kokmasın diye buzdolabında saklayan Cizreli anaya kim hesap verecek?

Kolay ölüme kucak açan memleketim!

Bir kahveye sığınıp okumak, yazmak, günün olmadık saatinde; kent kendi kalabalığında boğulurken, sanki bir sis perdesinin ardından bakarmış gibi, rüya tadında, düşlere dalmak… Hele bir de hüzünseverse kişi, güz mevsiminin sonlarında, yapraklar kendilerini bırakmak için toprağa nazlanmaktan vazgeçmişken, ne güzel gelir yaşamak. Şiiri düşünür insan, hatta dönüşür şiire; yaşamdan beslenmeyen imge olmaz ki! Bunları yazmaktan utanır olduk şu günlerde; handiyse, soluk aldığımız için suçlu sayacağız kendimizi.

İnsanın aydınlığa, ileriye doğru yönünü tuttuğu efsanesine gönüllü inanıyoruz. Öte türlü düşünmek, derin bir umutsuzluk doğuruyor, hatta gariptir, iyiden ölümü düşünür oluyor kişi. Yazı adamı ölümle hep garip bir raks halinde değil mi? Nâzım Hikmet okumalardayım yeniden. Şiiri başka, yaşamı başka akar bence. Şiirinde ne denli umut tohumu eker içimize, en çaresiz anda bile, sözü yaşama tutunmaya getirir bilirim; yine de, yakından bakınca, soğuk bir mahpushanede, üstünde ince bir battaniye, sığıntı gibi yatağa uzandığını görürüm. Çocuk yürekli olması bundan, çocuklara susamışlığı, yaşama açlığı bundan.

Bir yanımla işsizim veyahut çok meşgulüm be! Kafamıza kakılan öğretilere isyan etme zamanıdır, geç kalmamak lazım, derken, garip korkulu bir sancıya tutuşur yüreğim. Herkes ne kadar karanlık bakıyor bugünlerde. Belki doğru değil bu; kimileri kahrından kan kusarken, kimi için düğün dernek zamanındayız. Bu duyarsızlık da, öteki için, apayrı bir acı olmaz mı? İnsan dediğin; birinin hainliğinden, zalimliğinden, hoyrat, saldırgan tutumundan utanmaz mı? Esasen ne ileri gidiyoruz, ne geri! Zaman bizden bağımsız, kendi bilgeliğiyle akar gider. Sığ bir çırpınışla, kendimizi hak ettiğimizden öte değerli sayarak kıvranır dururuz. Şiire sığınmam bundan… O da bir avuntu mudur?
Nâzım Hikmet’i düşünmem boşa değil. Sahneye çıkıp anlatacağım onu yarın akşam. Bu yazı, gün gelir, zamana yayılır da meçhul okur eline alır ve anlamaya çalışırsa, içinden geçtiğim cehennem günlerini; ona biraz yardımcı olmak isterim. Aylardan ekim, yıllardan 2015’tir. Bir cumartesi öldük biz. Ölülerimiz her yanda, memleket koyu bir gökyüzü altında, işlenen cinayetin ağırlığında can veriyor geri kalanımız! Dün bir genç kızın daha iki ayağı kesildi. Gülümsüyor yavrucak, yaşamda kaldığı için. Ne güçlü bir istek bu? Canından can kopacak, artık yürüyemez olacaksın, yine de tutunmak isteyeceksin yaşama! Bundandır Nâzım Hikmet’e gitmem.

Kanlı meydanın adı artık
Genç eşi Vera ile sık sık ölümden konuşur Nâzım. Kimi aralarındaki yaş farkına bağlar bunu. Oysa bir gün karıcığına demez mi: “Ömrüm gri hapishane duvarlarına bakarak geçti. Bir çocuk gibi susamışım yaşamaya” Üstelik ağır hastalıklarla kıvranırken, kalbi teklemeye başladığı anda, ölümünün nasıl olacağını, ardından nasıl söz açılacağını merak eder. Yok, salt merak değil, bayağı kurgu yapar. Şairce olan budur. Herkes, en az bir kez ölüm gününü düşünür, ardından kim, ne söyler diye merak eder. Ama bu türden bir kurgu başka! Merasimi değil, insanların iç sesini kurmaktadır Nâzım. Ağızlardan döküleni de söyler, akıllardan geçeni de! Günün birinde memleketine geri döneceğini düşler. Yakındır…
kolay-olume-kucak-acan-memleketim-81100-1.
Kötülük bizden uzak durmaz. Bunu anlamayan ne çok insan arasında kıvranıyoruz. Olağan yaşamı içinde bir kez bile başkasının acısını merak etmeyen, karşısındakinin yüzüne bakmayan insanlar arasında yaşıyoruz. İnadına gözümü dikiyorum onlara, irkiltmek istiyorum. Ankara Garı; ey meçhul okur, kanlı bir meydanın adı oluverdi, bomba patladı ve insanların etleri parça parça dağıldı. İşte budur kötülük.

Ders almayana hayret!
Bugün “Hamlet” izledim. Kukla olan insanı gördüm karşımda. İpleri başkasının elinde olan, onurundan, haysiyetinden vazgeçmiş zavallı mahlûk: İnsan… Her tür kötülüğü yapmaya hazır, üstelik gönüllü olan, insan! Kaçtır “Hamlet” izleyip aynı şaşkınlığı yaşamak; birbirine tuzak kuran, her tür alçaklığı iktidar için göze alan insanın halleri şaşırtır beni. Belki iflah olmaz bir iyimserim bir yandan. Sanata inanırım, avuturum kendimi. Yüzyıllardır yüzüne tutulan bu aynada kendini görüp bir türlü ders almayan insana hayret etmek gerekmez mi?
kolay-olume-kucak-acan-memleketim-81101-1.
Ne tuhaf; hâlâ buna inanıyorum, süregelen bir ‘değer’ olduğuna düşünüyorum. Kafes içine tıkışmış insanlarız biz. Bir şair, tek bir dize, yerini doğru bulmuş bir imge için yaşar! Bunu anlamayan biriyle ne işim olur! Ki, zaten anlaşılmazdır, bunu da bilirim. Demek; bunun hem anlaşılmaz olduğunu bilecek kişi, hem de peşinden gideni kavrayacak; tuhaf! Gelgelelim, hiçbir şey, bizi boğan kötülüğe karşın, yaşama ısrarını açıklayamaz…

‘Harp Okulu’ ve ‘Donanma’ davalarında gördüm Nâzım’ı. On üç yıl zindanlarda süründü. Bir iftiranın insanın yaşamını nasıl yok edebileceğinin kanıtıdır bu davalar. Polisle boğuşmaktan yorgun, ailesinin ekmeğini kazanmakla meşgul; elini eteğini örgütlü olmaktan çekmiş, ayakta kalmaya çalışırken Nâzım, genç bir subay çıkar karşısına. Şiirleri elden ele, dilden dile dolaşmaktadır. Emperyalizmin bir zehir gibi bünyeye sindiği günlerde; memleketi için kaygılanmamak ne mümkün! Kuşkulanır Nâzım bu gelen genç adamdan. Hatta sivil polis olduğunu düşünür; isyan eder, arayıp emniyeti, “Şimdi bu işlere mi başladınız. Alın başımdan bu subay giysili genci” der!

Yalancı mahkemeler...
Emniyetin bu kişiden haberi yoktur. Ardından evine gelir genç. Nâzım ihtiyatlı ve deneyimlidir. Ağzından laf almağa çalıştığını düşünür genç subayın. Ona nasihat eder, anayasaya bağlı kalması ve altı oktan uzaklaşmaması konusunda uyarır genç subayı. Esrarengiz olaylar gelişir böylece. İktidarı devirmek için öğrencileri etkilemek suçundan yargılanır. Darbe yapacağını iddia ederler, genç subaylarla… 29 Mart 1938 tarihinde Türk Harp Okulu Mahkemesi’nde on beş yıl ağır hapse mahkûm edilir Nâzım. Ardından, bu kez benzer bir kurgu Donanma Komutanlığı mahkemesinde alınır. Tarih 29 Ağustos’tur. Garip bir tuzak orada kurulmuştur bu kez! Hiç tanımadığı kişilerle, kiminin adını bile duymamıştır Nâzım; birlikte yargılanır, suçu şiirleridir, komünizmi yaymak ve iktidarı ele geçirme isteğidir.
Yalancı bir mahkeme kurulur. Önceden hüküm verilmiştir. Mahkeme üyelerinin büyük çoğunluğu askerdir; boşuna savunma yapılmıştır, Nâzım ömrünün sonuna dek hapishanede kalsın diye pusu kurulmuştur çoktan. Yıllar sürecek kavga başlar. Kimileri için ‘Dreyfus’ davasından büyük bir önemi vardır bu olayın. Tarihin benzersiz adaletsizliği yaşanmaktadır. Aydınlar, gençler, sanatçılar, hukukçular tek yumruk olur, ses verirler. Dünyanın dört bir yanında ayağa kalkar insanlık. İbret günleri yaşanmaktadır. Ne tür bir savunma yapılsa, hukuksuzluk her biçimiyle ortaya serilse bile sonuç değişmez. Fevzi Çakmak başkanlığında gerici ordu yönetimi engeldir özgürlüğüne şairin…

Memleketin gökyüzü
Meşru yollardan umudunu kesen Nâzım ölüm orucuna yatar. Ne bedeni, ne ruhunun direnci kalmamıştır. Memleketinin gökyüzünü görmek istemektedir. “Ben vermiş olduğum kararla intihar etmiş olmuyorum. Bu, daha çok hayat savaşından yılmış olanların, bezginlik getirenlerin işidir. Ben saçlarımın her teli ile hayata bağlıyım. Katiyen yaşamaktan vazgeçmiş değilim. Ama bir kenarda kıvrılarak kötü bir şekilde gebermemin hiç de bana yaraşır tarzda bir şey olmadığına kaniyim. Kalbimi yoklayan iki kuvvetli kriz, bu hal devam ederse beni yakında öldürecektir. İrademi kullanmadan ölmek, boşu boşuna, pisi pisine gitmek… Ben buna hiçbir zaman razı olmayacağım” avukatı İrfan Emir’e kararlılığını böyle dillendirir Nâzım.

kolay-olume-kucak-acan-memleketim-81102-1.

Doksan yaşında Celile Hanım da açlık grevine başlar. Nâzım’ın artık gözleri görmeyen ressam annesidir söz ettiğimiz kişi. 9 Mayıs günü Galata Köprüsü başına geldi. Elinde siyah çerçeveli bir tabela vardı. Şöyle yazıyordu üstünde: “Haksız yere mahkûm edilen oğlum Nâzım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum. Gece gündüz oruçluyum. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar.” Polis gecikmedi ve hemen kadını gözaltına aldı. Akşama salıverildi yaşlı kadın. Suçu trafiği engellemekti.

Bu davayla ilgili türlü kaynaklar bulunmakta artık. Kemal Sülker’in “Nâzım Hikmet Dosyası”, A.Kadir’in “Harp Okulu Olayı ve Nâzım Hikmet” ilk akla gelenler. Meraklısı buradan iz sürebilir. Oysa biz Celile Hanım’dan bu tarafa ne yaşıyoruz, diye bir düşünsek… Cumartesi Anaları’nın çığlığı hiç işitilmedi mesela… Ankara Garı’nda evladının cesedine sarılmak isteyen analara gaz sıkıldı daha dün… Ölü bedeni çürümesin, kokmasın diye buzdolabında saklayan Cizreli anaya kim hesap verecek?

“Hamlet” kâbus içinde kıvranıyor. Her yanda pusu kurmuş cellatlar var. Şiire sığınmaktan öte çare var mı ki? Gözümüz açık, önümüzden akıp giden yaşama tutkuyla, istek ve merakla baktığımız her an ellerimiz kana bulanıyor oysa! Tuhaf şey yaşamak… Güzel şey… Övgüye değer… Ve çileli…

Göğün rengi koyu griye döndüğü saatlerde… İstanbul’un orta yerinde, kendini kitaplar arasına bırakmış bir adamın kaleminden sızanlardır bunlar. Aklımda Nâzım’ın Karadeniz’e doğru açılan teknesi var, azgın suyun içinde can çekişen… Kaptanı yorgun bir tekne değil midir insan?

Dilimde eksik bir şiir…