Eğitimde dinselleştirme ile kavrayışta derinliğin sınırlanması, aynı sürecin enstrümanları olarak kullanılıyor. Amaç, Çehov’un tarif ettiği “en tehlikeli insan tipi”ne uygun biçimde “az anlayan ama çok inanan” bir toplum oluşturmaktır

> MEHMET YEŞİLTEPE mytepe1960@gmail.com

Postmodern bir kölelik bu.
Retorik, bir narkoz gibi kullanılıyor.
Yaratıcı saldırganlık rıza oluşturdukça,
Cellada ihtiyaç bırakmıyor.
Toplum, kendi ipini kendisi çekiyor.
Halbuki şimdi,
Mücadele içerikli ve kardeşlik kokulu
Duvar yazılarını hatırlama,
Başkaldırı hakkını bayraklaştırma zamanı…

Sistem tarafından “yaratıcı bir saldırganlık” söz konusu
Bir süredir, sadece egemen sınıfların bizzat programlayıp örgütledikleri süreçler değil hemen her gelişme, uygun bir retorik eşliğinde iktidar tarafından kullanılmakta ve toplumsal koşullar, artan baskıya, büyüyen sömürü oranına rağmen düzenin devamına imkan taşıyacak şekilde yönlendirilmektedir. Bunda, dinselleştirmenin de “yaratıcı saldırganlığın” da köleleştirici retoriğin de rolü vardır.

Bugüne kadarki toplumsal süreçler göstermiştir ki sistemin devamına dair rıza oluşturmada, dinselleştirme önemli bir rol oynar. Dinselleştirme oranında halklardaki itirazın, direncin ve talep çıtasını yüksek tutmanın yerini biat, kanaatkârlık/şükürcülük ve beklentilerini öte dünyaya erteleme alır. Dini referansların kabul gördüğü toplum kesimlerine sol değerlerin taşınması güçleşir. Kadercilik, geleceğini eline alma eğilimine karşı bir direnç oluşturur. Azla yetinme ve rıza, eğitimde de karşılığını bulur; ilk 4’ten sonra erkek çocuklarda genç ve ucuz işçilik, kız çocuklarında da erken evlilik gündeme gelir. Böyle bir “kader”e dini motifler de eklendiğinde, çocukken kolay “eğilen” dolayısıyla da kolay güdülen, itirazsız biat eden bir toplumsal kesim oluşur. Bu, aynı zamanda istihdamda esnekliğin, geleceksizlik ve güvencesizliğin kabulüne ve yaygınlaşmasına zemin oluşturur. Rıza ve şükür eşliğinde kölelik içselleşir. Sendikaya da sigortaya da ihtiyaç duymayan, verilenle yetinen, “velinimetine saygılı” bir işgücü ortaya çıkar.

Dikkat edilirse eğitimde dinselleştirme ile kavrayışta derinliğin sınırlanması, aynı sürecin enstrümanları olarak kullanılıyor. Amaç, Çehov’un tarif ettiği “en tehlikeli insan tipi”ne uygun biçimde “az anlayan ama çok inanan” bir toplum oluşturmaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı’na pek çok bakanlıktan daha büyük bütçe ayrılmasının, Türkiye’de İran ve Arabistan’ın toplamından daha fazla cami bulunmasının sebebi budur.

Rıza, en muhalif kesimlere dek yaygınlaşıyor
Bilinir ki rutin, sistemin korunması ve devamlılığında güvenlik güçlerinden daha fazla/etkili rol oynar. Ancak sistem bununla yetinmez; gönüllü-gönülsüz Truva atları oluşturur. Bugün artık onunla da yetinilmemekte ve egemen normlara dair rıza, en muhalif/dinamik kesimlere dek taşınmaktadır.

Bunun için “kaba red ve inkar” yerine Aleviliği, Kürtlüğü kabul eder gibi görünüp çalıştaylarla, açılımlarla biçimlendirmek, ehlileştirip sisteme katmak tercih ediliyor. Bu amaçla toplumda çeşitli nedenlerle öne çıkmış, ilgi duyulan isimlerden “rıza oluşturma ekibi” kuruluyor (onlar “Akil insanlar” diyor). Ve sonuçta “çözüm adı altında etkisizleştirme” formülünün uygulanabilmesi oranında emekçilere, yüzlerce yıllık mücadele sonucunda kazanılmış haklarının gaspı anlamına gelen uygulamalar müjde olarak sunuluyor. Örneğin kamu istihdamında güvencesizlik demek olan düzenleme, “harf karmaşasının ortadan kalkması” olarak tanımlanıyor, Sur’da halkın evinin başına yıkılması sonrasında düşünülen kentsel dönüşüm, bir reklam filimi gibi güzelleme yapılarak anlatılıyor. Yayımlanan “Terörle Mücadele Eylem Planı”nda kullanılan “sosyal seferberlik”, “kapsamlı demokrasi” biçimindeki retoriğin ardında yatan şey gerçekte bölgenin tekellerin insafına bırakılmasıdır; çözüm yerine tepkilerin yatıştırılmasıdır.



Bugün artık, köle pazarı giderek uluslararasılaşıyor. Ülkenin koca bir amele pazarına dönüştürülmesi ile “kölelik yasası” birbirini tamamlıyor. Avrupa ile yapılan mültecilik anlaşması kapsamındaki resmileşmiş insan ticareti çerçevesinde, Avrupa’nın istediği sayıda ve nitelikte işçiyi Türkiye üzerinden pazarlıkla ve süzerek alacak olması “serbest dolaşım”, “vizesizlik” vb. kavramlarla süslenip pazarlanıyor.

İşte tam da bu koşullarda sermayenin akışkanlığını, emperyalizmin tahakkümünü kolaylaştıran “yerelleşme”, kimi kesimlerce özgürleşme için bir basamak olarak karşılanıyor. Başkanlık daha demokratik bir rejimmiş gibi halka dayatılırken, AKP’nin 14 yıldır yaptığı gibi bugün de sermaye düzenini pekiştiren halk karşıtı politikalar, toplumun önemli bir kesimine oylatılıp alkışlattırılıyor.


Köleleştirici retorik düzeniçileştirir
14 yıldır, AKP iktidarı altında, kendi özgücüne güvenmek yerine etkili bir başka güce yedeklenmenin yani “yetmez ama evet”in çeşitli versiyonlarıyla karşı karşıyayız. Bir süredir Kürt hareketine karşı solun önemli bir kesiminde taşınan sınırsız hoşgörü ve sunulan koşulsuz destek, bir yedeklenmeye dönüşmüş ve “yetmez ama evet”in bir başka zemindeki biçimini oluşturmuştur. Halbuki yeni dünya düzeninin Türkiye versiyonu olarak gözlediğimiz, gerek Türkiye Kürdistanı’daki saldırılar gerekse bir bütün halinde tüm halkları sindirme tasarıları, birinin diğerini yadsımadığı tüm ezilenleri kapsayan topyekun bir direnme hareketini, yani bir bütün halinde Haziranlaşmayı gerektiriyor.
Ehlileştirme olarak da tanımlanabilecek olan ve 2013 Haziran’ında belirli oranlarda kırılan “alternatiflerin uysallaştırılması” eğilimi, bugün tekrar farklı biçimlerde yaygınlaşmış durumdadır. Teorik keşmekeşe, örgütsüzlüğe, dolayısıyla da toplumsal etkisizleşmeye sebep olan ve giderek tepkili değil suskun ve çaresiz bir duruşu koşullayan gelişmeler, bugün hala en etkili güç olan iktidar tarafından istenen yöndeki sonuçlar için istismar edilebilmektedir. Bunda, patlayan bombaların da alternatif zeminde yaşanan sınıfsal bulanıklığın da rolü vardır.

“Ne olacak şimdi?” değil “ne yapmalı?” sorusu sorulmalıdır
Dünyada emperyalizmin ülkede faşizmin varlığının her toplumsal meselede hissedildiği, pek çok aktörün aynı anda sürece müdahale ettiği, sermaye güçlerinin rövanş alırcasına emek güçleri adına kazanılmış tüm hakları gasp etmeye yöneldiği günümüz koşullarında, “Ne olacak?” sorusu edilgendir, kadercidir.

Eğer sistemin devamı ve sömürünün gerekçelenmesi için kullanılan kamuflajlar yırtılacak, köleleştirici retorik boşa çıkarılacak ve sahte gülümsemeler teşhir edilecekse, bunun için “Ne yapmalı?” sorusuna yanıt aramak ve hiç olmadığı denli iradi davranmak, sürece müdahale etmek gerekiyor. Çünkü bu gidişat, tribünlerden izleyerek veya eve kapanarak değiştirilemez. 2013 Haziran’ında olduğu gibi sınıf kardeşliğinin gerektirdiği bir kapsayıcılıkta sahaya inmek, hem dövüşmek hem de geleceği örgütlemek gerekiyor.