Henüz yılın başlarındayız. Çin’de koronavirüs diye bir şey varmış günleri. Kamuoyu, “Çin nere, Türkiye nere ne alakası var canım” rahatlığında. Reytingi garanti isimler yine ekranlarda belirmeye başlıyor. Göğüs hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, kişisel Instagram hesabında 22 Ocak tarihinde yayınladığı bir videoda gayet kendinden emin bir şekilde bildiriyor:

“Çin’de görülen ve bugüne kadar birkaç yüz kişinin hastalanması ve 6 kişinin ölümüne yol açan koronavirüs salgınının her sene bugünlerde görülen solunum yolları enfeksiyonlarından farklı bir tablo olmadığını yazmıştım. Bu salgının, ekonomik ve siyasi sebeplerle bir korku ticaretine alet edilmesinin de kuvvetle muhtemel olduğunu bildirmiştim. Nitekim bugün Çin Borsası’nda düşüşler olduğu açıklandı. Amerikan’ın ünlü CDC Kurumu Çin’e seyahatlerde alarm seviyesini 1’den 2’ye yükseltti ve Amerika’da aşı çalışmalarına başlandığı bildirildi. Ben demiştim.”

Küçükusta kuşkusuz o günlerde katıldığı yayınlarda buna benzer görüşlerini tekrarlıyor. O gün için haklı. Çünkü virüs henüz Türkiye’de tespit edilmemiş.

Varsa da bilmiyoruz, görüldüğü üzere de pek ciddiye almıyoruz. Küçükusta, 21 Şubat’ta Ahaber’de katıldığı bir yayında “Koronavirüs için endişeye gerek yok” başlıklı görüşlerini tekrarlıyor. Üstelik bunu virüsün İran’a sıçradığı bilgisi üzerine yapıyor. O günlerde Türkiye’de henüz tespit edilmiş bir vaka yok.

Ancak pekâlâ endişe duyulup erken tedbirler alınabilir. Ancak Küçükusta endişeye mahal olmadığı minvalli görüşlerini birçok yayında tekrarlıyor. Zaman geçiyor, tablo ciddileşiyor, Ahmet Rasim Küçükusta yine yayınlara katılıp o gün için geçerli olan korunma tedbirleri üzerine konuşuyor. “Her sene bugünlerde görülen solunum yolları enfeksiyonlarından bir farkı yok” görüşünü unutmuş gibi. Bu programların çoğunluğundan kesitler ve yukarıda alıntıladığım sözlerin yer aldığı video Küçükusta’nın kendi Instagram hesabında halen duruyor. Son olarak geçen cuma akşamı Habertürk’te Hülya Hökenek’in Enine Boyuna programındaydı. Programın konusu, Küçükusta’nın daha önceki görüşlerinde yanılması filan da değildi. Hiç öyle bir şey olmamış gibi bugünün gerçeklerine uygun tavsiyelerini sürdürüyordu.

Anlaşılacağı üzere bu haftaki Köşe Vuruşu’nun konusu uzman görüşüne dayalı haberciliğin yanlışları, riskleri ve sonuçları.

PAÇA ÇORBASININ REYTİNGİ

Kardiyoloji ve İç Hastalıkları anabilim dalında uzman Prof. Dr. Canan Efendiğil Karatay, paça çorbasıyla ünlü Kahramanmaraş’a gidiyor ve gördüğü ilginin de verdiği cesaretle coşuyor:

“Kelle ve ayak paça süper besindir. O kadar süperdir ki bizim gibi yaşlıların diz, kalça ve bel ağrılarını giderir. Hastalıkları önler, korona virüsünü önler ve diğer bütün virüsleri önler.” Bu konuşmanın basına yansıması 5 Şubat 2020. Yani virüs adım adım ülkemize yaklaşırken bizdeki hava, uzmanlarımızın da etkisiyle “Her sene görülen griplerin biraz ağırı canım, paça çorbası içeriz geçer” minvalinde gelişiyor. İşin ilginç tarafı tablo ciddileştikten sonra uzman diye çıkarılanlar da aynı kişiler. Örneğin; 17 Mart tarihinde CNN Türk ekranında Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programının konuğu Canan Karatay, Sağlık Bakanlığı Koronavirüs Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ateş Kara’nın yanına iliştirilmiş bir şekilde ekranda. Belli ki bilinirliği çok daha az olan Prof. Kara’nın ratinglerine güvenilememiş ve can simidi olarak iliştirilmiş.

‘BİZE BİR ŞEY OLMAZ’ FREKANSI

Koronavirüsün bir salgın olarak tanımlandığı ve yükseldiği günlerde başka bir ismin daha yıldızı parlıyor. Fizyoloji Uzmanı Doç. Dr. Oytun Erbaş, İHA kameralarına karşı konuşarak kamuoyunu ince ince rahatlatıyor: "Koronavirüsün şu ana kadar yayılım bölgesi Wuhan ve çevresi yani Çin. Bu bölgedeki genetik kökeni ortak insanları yakalıyor. Bunlar daha çok sarı ırk ve kısa boylu insanlar. Yapılan çalışmalarda virüsün akciğerde tutunduğu protein Asya ırkında daha fazla. Beyaz ve siyah ırklarda ise 6'da 1 oranında daha az. Onun için buralarda görülse bile çok daha az görülecektir ve hafif geçecektir.

Koronavirüs Türkiye'ye de gelebilir ama asla Çin'deki gibi salgın yapmaz. 10 vak'a, 20 vak'a olabilir. Bunu bilemeyiz. Onu gelince görürüz. Daha bir şey yok ortalıkta. Ama ben asla bir hızlı yayılım beklemiyorum. Burada gen farkı çok önemli. İki tane makale var bununla ilgili. İnsanların genetik özellikleri farklı olduğu için Asyalıları, beyaz ırkı ve siyah ırkı farklı etkilediği çok net olarak biliniyor. Türkler Asya ırkı ama bize biraz da Akdeniz'den de gen gelmiş. Biz biraz Macaristan, Rumen grubundan da gen almışız. Daha karışık bir gen grubuyuz. Ben Türkiye'nin çok az etkileneceğini düşünüyorum." Oytun Erbaş bu rahatlatıcı açıklamalarıyla bir anda popüler oluyor ve neredeyse gömleğini bile değiştirmeden kanal kanal gezmeye başlıyor. Kendisinin fizyoloji uzmanı olduğu filan unutuluyor bir anda her şeyin doktoru oluyor. Virüs Türkiye’ye ulaşıp da yayılmaya başlayınca da önce sözlerinin çarpıtıldığını, çarpıtanları dava edeceğini yazıyor, sonra da silip kayıplara karışıyor. Kendisine karşı gösterilen büyük teveccüh de aynı hızla tepkiye dönüşüyor.

Bu uzmanların yanıldığı ve kamuoyunu yanılttığı ortada. Peki buna aracılık eden kim? Medya. Denilebilir ki iki profesör, bir doçent, ‘bilinen isimler’ medya daha ne yapsın? Buradaki kritik ifade ‘bilinen isimler’ noktası. Medya izlenebilir olmak için ya çok bilinen isimleri ya da Oytun Erbaş örneğinde olduğu gibi ‘çok ilginç’ şeyler söyleyen insanları seçiyor. Makullük ve hakikat yerine iki farklı uç karşı karşıya getirilerek yarıştırılıyor. Ya paniğe sevk etmek ya da rehavete kapılacak oranda rahatlatmak tercih ediliyor.

PEKİ, NE YAPILMALIYDI?

Bu yazı için seçtiğim üç örnek de virüsün henüz Türkiye’de tespit edilmediği günlere ait. Yani medya eğer işini doğru yapsaydı tedbirler daha erken alınabilirdi. İşini doğru yapmasının ismi de literatürde ‘önleyici gazetecilik’ diye geçiyor. Amerikan Gazete Editörleri Derneği’nin eski başkanlarından Michael J. O’neill bu tip gazeteciliği ilk kez 1985 yılında Stanford Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada şöyle öneriyor: “Önleyici gazetecilik, sadece felaketten sonra ortaya çıkan enkazı haberleştirmek yerine, değişimin gizli güçlerini önceden araştıracak, kriz çıkmadan altta yatan nedenleri belirleyecek, toplumu önceden uyaracak bir gazeteciliktir.” Peki, bu mümkün mü? Pekâlâ mümkün ve bunu yapanlar da var. Ancak geniş kitlelere ulaşma şansı olan TV haberciliğinde bu pek mümkün olmadı. Prof. Dr. Süleyman İrvan’ın T24’te önleyici gazeteciliği hatırlattığı yazıda sorduğu gibi “Yangın çıkmadan olay mahalline gitmeyen bir gazetecilik anlayışının egemen olduğu bu medya düzeninde önleyici gazetecilik ne kadar mümkün?”

Elbette daha kötü örnekler de var. Olayı anal sekse bağlayan ilahiyatçıları çıkarıp özür dileyenlerden tutun komplo teorisiyle paniğe sevk edenlere kadar geniş ve utanç verici bir skala bu. Oysa bırakın ilahiyatçıyı, bu ortamda tıp doktorunun dahi uzmanlığı ‘Enfeksiyon Hastalıkları’ olanı seçilmeli. Hatta o uzmanın da geçmişi dikkatle incelenmeli. Komplo teorilerine, paniğe sevk edecek haberciliğe asla yer verilmemeli. Seçilecek uzmanın uzmanlığının yanı sıra haberi yapacak gazetecinin de ‘sağlık haberlerinde’ uzman olması şart. Çünkü tıp ve bilim yanlışlanabilen iddialarla doludur ve tüm iddialara hâkim olmadan ve habere aktarmadan yapılacak habercilik eksik kalır.

Tüm bunları hiçe sayarak yapılan reyting temelli haberciliğin de kolonya, maske fırsatçılığından farkı kalmaz. Fırsatçı esnafı teşhir eden haberleri büyük bir iştahla yapan yaygın medyanın dönüp bir de kendisine bakması, öngörüleri apaçık yalan çıkmış uzmanları halen ekranlara taşıyanların da ayrıca ve tek tek ayıplanması gerek. Yazıklar olsun.