İktidar bloğu dışında kalan kesimlerde yaşadığımız garip darbe girişimini Erdoğan’ın elini güçlendirmeye yönelik bir mizansen olarak görme eğilimi var. Farklı doz ve biçimlerde de olsa şu söyleniyor; “bunca üst rütbeli subayın içinde olduğu bir girişim bu derece amatörce yapılır mı”? Sonra muhtemel bir doğruya işaret ediyorlar; “bu darbeden güçlenerek Erdoğan çıkmış, başkanlığa bir adım daha yaklaşmıştır.”

Türkiye’de komplo işinin CIA operasyonlarını aratacak hale geldiğinden kimsenin kuşkusu yok! İşler bir kez saydamlığını yitirip, yeraltına inmeye görsün, komploculuk yönetme teknikleri içinde ağırlığını hiç farkına varmadığınız boyutlara taşır. Ama daha da önemlisi “komplo teorileri” yerli yersiz her şeyin açıklaması haline gelir.
Oysa, bütün karmaşıklığıyla toplumsal yaşam komplolarla şekillendirilebilecek bir şey değildir. Komplolar her zaman yaşamın bir parçası olsa da, toplumu nadiren bu komplolar şekillendirir. Bu yüzden komploculara gereğinden büyük bir güç atfetmek anlamlı değildir.

"Filme bakalım derken şu da bir gerçek ki; bakmakta olduğumuz artık bir korku filmidir. Bu filmin içinde figüran olmak yapılacak en kötü tercih olacaktır. Korku filmlerinin en görünür özelliği figüranları harcayarak korkuyu üretmesidir."

Hangi antropoloğa ait olduğunu hatırlayamadığım ancak anlatmayı sevdiğim bir hikaye var bu konuda; uzun süre yağmur yağmaması neticesinde kıtlık ve açlıkla karşı karşıya kalan kabile yapabileceği tek şeye sığınır; yağmur duası. Lakin hepimizin bildiği gibi bu ritüel yağmur yağdırmaz. Ancak bütün kabilenin birlikte gerçekleştirdiği bu eylem zorluk karşısında kabile üyeleri arasındaki dayanışma duygusunu güçlendirir ve dağılmayı engeller.

Aslında bu hikâye bir şeyi yol açtığı sonuçlarla açıklayan işlevselciliğin de güçlü bir eleştirisidir. Demem o ki bu darbe girişimi Erdoğan’ın elini güçlendirmiş olabilir. Ancak eyleme dikkatli bakarsanız, asıl niyet tam tersi yöndedir. Ancak niyetlenilmemiş sonucun bir kez daha sahne aldığı bir durumla karşı karşıyayız.

O yüzden bu faslı hızlı geçmekte yarar var. Asıl soru şudur; bu “ne yese yarıyor” durumunun geri planında ne var? Durumu açıklamaya yönelik iki önemli boyut var. Birincisi, geleceğe yön veren olaylar sadece yaşandıkları anda değil asıl sonrasında anlamlandırılırlar. Yani bir olay yaşandığı anda gerçekliğini kazanmaz. Çoğu durumda onların nasıl anlaşılacağı sonrasında yapılan müdahalelerce belirlenir (Gezi’nin nasıl anlamlandırılacağına yönelik mücadelenin hala sürdüğünü hatırlayalım). İkincisi bu anlamlandırmada iktidar kurumlarını ellerinde tutanlar her zaman bir adım öndedir. Nitekim Erdoğan ve AKP bugün iktidarı ellerinde tutmanın avantajıyla bir çok olayda olduğu gibi darbe girişimini de kendi yararlarına şekillendirmede avantaj sahibi oldular.

Geçtiğimiz dönemde Erdoğan ve AKP iktidarının bu süreci istediği gibi şekillendirmekte başarılı olamadığı tek süreç Gezi başkaldırısı olmuştur. Çünkü toplumsal muhalefet başlattığı sürecin izleyen günlerde manipüle edilmesine izin vermemiştir. Ardından gelen 17-25 Aralık soruşturmaları için aynı şey söylenebilir mi? Bugün o soruşturmalarda gündeme getirilen konular neredeyse unutuldu. Ardından gelen 7 Haziran Seçimlerinin kaderine bakalım. Seçim günü sonucu aldıklarını düşünenler yanıldılar. AKP sürece yoğun biçimde müdahale edip, asıl sonucun 1 Kasım’da alınmasını sağladı. Bu yüzden belli anlara ait resim çekerek olayları anlamlandırmayı bırakıp, bir süreç olarak filmin içinde arayalım olayı.

Filme bakalım derken şu da bir gerçek ki; bakmakta olduğumuz artık bir korku filmidir. Bu filmin içinde figüran olmak yapılacak en kötü tercih olacaktır. Korku filmlerinin en görünür özelliği figüranları harcayarak korkuyu üretmesidir.

Türkiye’nin bu tükenmişlik içinde yeni bir senaryoya ihtiyacı var. Ülkeyi bu korku filminin dışına taşıyacak anlamlı bir müdahale korku filminin içinden gelemez; gelirse sonuç bir kaç gündür yaşadıklarımız olur.

O yüzden Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yeni bir çıkışın inşasında başta CHP olmak üzere toplumcu güçlere önemli bir sorumluluk düşüyor.