Komşudan gelen tabak boş dönmüyorsa umut vardır!
Halk, Gezi Direnişi’nden ana akım medya yerine sosyal medya üzerinden haberdar olmuştu. (Fotoğraf: DepoPhotos)

Yasin Durak

İletişimin ve bilgi alışverişinin en basit biçimlerinin dahi insan türünün varlık sürdürme sanatlarında özgül bir yeri vardır.Öyle ki “kültür” mefhumunun esansının bu olduğunu, hatta kültürün tarihinin dahi “ilk hikâye anlatıldığında başladığını” düşünenler az değildir. Kimi pozitivist sosyal bilimciler bile dilbilimsel olanı “öncel” olarak kavramış, toplumun kuruluşundaki asli unsur olduğunu düşünmüştür bu yüzden. İletişimle ilgili bir “etik” kaygısı modern toplumda en pervasız anlatılara, hatta egemen tarih yazımına bile sirayet etmiştir böylelikle. (Nice öyküde hısımları birbirine düşman etmek isteyen müsfitlerin ya da sevgilileri ayırmak isteyen arabozanların mektupları iletmediğini, yani kötülerin bir şekilde postaya müdahale ettiğini okuruz.) Elbette ki “yeryüzünün öncelliğini” haykıranlar (mesela biz Marksistler), birim zamanda madde üzerine uyguladığı emek miktarını artıran yeteneğinin farkındalığına ulaşmamışsa insan türü için o “hikâyenin” hiçbir anlam ifade etmediğini bildiğimizden, iletişimi ve bilgi alışverişini öyle tepetaklak zihnî odaklanmalara kapılıp pür sembolik ikâmeleriyle değil, ekonomik politik mahiyetiyle kavrarız.

Haliyle iletişimin sembolik olarak “mübadil” süreçler ihtiva eden bir “olumsallık” gibi görünse de eylemsel olarak “muharip” süreçlerde cereyan eden bir “dirimsellik” vasfıyla fevkalade tesirinin de farkındayız…

Haberleşmenin pek çok yordamının özgürlük mücadelelerin tarihinde hususi bir bağlam yarattığı iddia edilebilir: Örneğin Asya steplerinin ana soylu göçebeleri, başa çıkamadıkları düzenli orduların yağma harekâtlarından saklanabilmek için atlı ulaklar kullanarak birbirlerini uyarırlardı. Benzer şekilde, yaklaşan Haçlı ordularına karşı direnişi örgütlemeye çalışan Arap ve Türkmen aşiretleri de posta güvercinleri aracılığıyla geniş bir istihbarat ağı kurmuşlardı. Uzaktaki tepelerden kabilesine dumanla sinyal veren Kızılderili ay gözcüsü beyaz adamın yaklaştığını haber verirken, kolonyalistlerin baskısı altında tutulan Afrika halkları da normal şartlarda ritüel duyurusu için kullandıkları tam tamları yardım çağrısı için kullanmaya başlamıştı. Üzerinde egemenlik kurmaya yeltenen zorba unsura karşı kültürel kendiliklerin “olağan” tepkisi hep böyleydi sanki: “kendi aygıtlarını” kullanarak direnişte “ortaklaşmak” biçimindeydi. Kuşkusuz şu birkaç örneğin harici unsurlara karşı verilen mücadelelerle ilgili olduğunu söyleyenler olacaktır, hatta bunları “egzotik” bulanlar da… Bunun için peşin bir fezleke olarak teslim etmek gerekir ki özgürlük mücadelelerinin modern uğraklarında, bilhassa da sınıflar kavgasında durum bunlardan hiç de farklı değildir!

E. P. Thompson işçi sınıfı kültürünün oluşum “süreçlerinde” yoksulluktan üretimde yan yana olmaya doğru uzanan bir eksende, bu sınıfın egemenlerin dayattığı bilgiye karşı tekinsiz bir tavır geliştirerek “kendi bilgi edinme kaynaklarına” yöneldiği bir “evreyi” tarif ediyordu. Limanlarda, ahırlarda, turnike kapılarında (vesaire) çalışarak günaşırı yaşamı kuran insanlar maddi gerçekleri esasta “herkesten” daha iyi kavrayarak ortak sorunları hakkında bir konsensüse varıyor, dahası ortak hedeflerinin ve eylem kalıplarının sınırlılıklarını bu bilgiye dayanarak belirliyorlardı. Bu minvalde, yoksul ayaklanmalarının çoğunda görülen ortak tema “tabandan ağrı yukarıyı hasım belleyerek” kendini ayrıştıran bir kolektif irade olarak “kültürel” bir dizin oluşturan temaydı ve egemenliğin bu “dizin” üzerindeki kapsayıcılığı onu inkâr ettiği ölçüde imkânsızlaştığından “direnişte ortaklaşmanın” hikmetiyle artık “sınıf oluşumunun” kültürel tezahürlerinden bahsedilebiliyordu. R. Williams ise, sınıflar kavgasının aynı kültürel niteliğinin altın anahtarını ekledi buna: “anlamlandırmanın” sınıfsallığını… Bir gazete yazısı için uzun soluklu bir tartışmayı gerektiren bu tespit, işçi sınıfı kültürünün egemen burjuva fraksiyonlarla aynı kavramları kullansa dahi, aynı dünyayı, aynı şeyleri, aynı olayları anlamlandırırken ister istemez “farklı” bir tahayyüle sahip olduğunu ve bu durumun sınıflı toplumdaki kültürel yeniden üretim döngüsünü emtia döngüsünden müstakil bir izlek olarak “açık uçlu” hale getirdiğini, yani egemenliğin anlamlandırmalarına “koşut” olmaktan ziyade onunla “antagonistik” olan alternatif bir yapısal temayülü her an tetikleyebileceğini işaret ediyordu. Uzatmadan “burjuvazinin proletaryadan farklı bir ırk” olduğunu yazan Engels’in o retorik cerbezeliğinin reel süreçlerde de hakikatin ta kendisine tekabül ettiğini, yani burjuva iktidarın -kültürel düzlemde- her zaman ve her yerde emekçi taban için kolonyal bir yönetimden farksız olduğunu iddia etmek mümkündür. Ve fakat burjuva “ideolojinin sisi” bu açmazı çözmeye de muktedirdir maalesef. Gelgelelim her zaman da yapamaz bunu…
Burjuvazi çoğunlukla “cinasa” sığınır. Aynı terimin, kavramın, sözün kendi çıkarına tekabül eden dizgesel bütünlüğünü yok sayaraktan malum çelişkiyi “retorikle” örter. Fakat retorik ne denli kudretli olursa olsun -ister ataları isterse tanrıları işe koşsun- onun ayrıksılığını gizleyemez bir türlü. Tikel emek hareketlerinde sık görülür bu durum. Maaşları ödemeyen, işçilerini işten atan işveren -hadi dindar işçileri ele alalım misal- kendi “Allahsızlığını” dinin suflörlüğüyle asla örtemez. En kutsal mefkûreler dahi koşmaz onun yardımına. Emekçiler sorunlarını ortaklaştırarak mevcut çelişki ekseninde “kendilerini ayırt ettiklerinde” en aşılmaz tabular dahi “tabandan” bir anlama mukabil kılınır, aşınır, gerekirse de yıkılır. (Yüz bin tane örneği vardır bunun.) Dolayısıyla emekçi taban için meselenin kendisi “retorik” değildir. (Günümüz Türkiye’si mihengine vurursak bunu: Kılıçdaroğlu’nun ve hatta Erdoğan’ın dinciliği de o “Allahsız işverenin” dinliğine benzer yeri geldiğinde, söz uçar, haksızlık kalır!) Hülasa emekçiler bir kere kendini ayırt etmeyegörsün, işçi sınıfı kültürü oluşum eşiklerine vardığı anda birbirlerine etmelerini ayıpladıkları en kallavi küfürler bile sadece “yukarıya” edilir hale gelir. (M. Kemal Coşkun’un çalışmasında örnekleri vardır bunun.) Kimse yanına yöresine çatmaz, yekûn kültürel (ya da sıradan) muhteva yukarıya galebe çalmaya ahdedilir. Ki ister demokratikleşme arayışı olsun isterse en zımnî hak mücadelesi, direniş kültürüne dair bir “özden”, bir “esanstan” filan bahsedilecekse de yalnızca bu “tarihsel sibernetikten”; komünal toplumların ilkel direniş metotlarından modern sınıf mücadelelerine kadar genel geçer olan “karşılıklılıkta ortaklaşmadan”, zorbalıktan kendini ayırt eden bu mefhum-u muhaliften bahsedilebilir.

Ezcümle kültürün o en eşitlikçi, en insani ilkesi olan “karşılıklılık ilkesi” insan türünün tüm örgütlenme formlarında olduğu gibi direnişin örgütlenmesinde de halen en önemli aygıt olmaya devam ediyor. Bizim kuşağın en esaslı derslerinden biri olan Gezi Direnişi’nde de görmüştük bunu. Yıllarca birbirleriyle selamlaşmayan insanlar parklarda buluştukları forumlarda komşuluklarını hatırlamıştı hani, dertlerini ortaklaştırmıştı, poğaça börek paylaşmaktan birbirleriyle ilgili ön yargılarını kırmaya varan bir “dizgeye” mukabil “karşılıklılığın” teyakkuzunu ispatlamışlardı. Penguenleri gösteren televizyonlara inanmayan halk yüzünü birbirine dönmüştü, işte sosyal medya o dönem muhalif insanların asli bilgi edinme mercii haline gelmiş, hareketli polis haritalarından etkinlik duyurularına kadar pek çok şeyin paylaşıldığı yer haline gelmişti. Öncesinde birbiriyle değil iletişim kurmak, aynı mekânları dahi paylaşmayan “dirençli kendilikler” iktidarla başa çıkma yordamlarını burada ortaklaştırmış, hedefleri ve sınırlılıkları hakkında kaba da olsa bir konsensüse ulaşarak tüm bildiklerini birbirleriyle “değiş tokuş” etmişti. Sonra sokağın ve hayatın sırlarını herkesten daha iyi kavrayan mozaik bir toplamın nelere kadir olduğunu, dahası (o vakitlerdeki adıyla AKP olan) iktidarın “bu kültür” ile ne denli alakasız olduğunu görmüştük. O zamanlardan beri cümle muhalif unsur kolluğun ve illegal şiddetin “zoruyla” sokaktan kovulurken her kaldırım kenarını bir cami duvarına çeviren linç gruplarının sokaklara salındığını, Türkiye’de direnişlerin ilk örgütlenme mekanizması olan sosyal medyaya da saray rejiminin düşmanca bir ilgi gösterdiğine tanıklık ediyoruz. İşte şu sıralar çıkan dezenformasyon yasası da bu taarruzun son uğraklarından biri olmakla birlikte, Türkiye’de “direniş kültürünün sibernetiğini” imkansız kılma telaşesinin, onun oluşumunu dahi imkânsız kılma çabasının bir çıktısıdır. Ki bugün tüm Türkiye’de demokrasi mücadeleleri, tikel emek hareketleri ve toplumsal muhalefetin diğer unsurları birbirinden müstakil direnişe geçmişken yapmak istedikleri şey de gün gibi ortada. Birbirimizle ortaklaşmamızı, “karşı taarruza” geçmemizi istemiyorlar. Bu nedenle “yanına yöresine” çatan muhalefet etme hallerinden çok, barikatın ardında buluşan “ortaklaşmalara” ihtiyaç duyuyoruz bu günlerde.

Yine de! Komşudan gelen tabak boş dönmemeye devam ettikçe umut vardır!