Alain Badiou, “Eşitlikçi bir dünyanın ‘mümkün’ olup olmadığı sorusu geçerli değil, bu bir zorunluluk. Kapitalizmin temel yasasının, sürekli eşitsizliklere yol açan ‘sermayenin yoğunlaşması’ yasası olduğu her yerde bilinmelidir” diyor.

Komünist politikayı yeniden icat etmeliyiz

Ulaş Bager Aldemir

Covid-19’un hayatımıza girmesinin ardından kapitalist dünyanın gerçek yüzü bir kez daha ortaya çıktı. Hem Türkiye’de hem de dünyada piyasacı anlayışın etkisiyle insanlar kaderleriyle baş başa bırakıldı. En gelişmiş görünen ülkelerde ölü insanların bedenleri hastane bahçelerine bırakıldı. Yoksulluk dünya genelinde devasa boyutta artış gösterdi. Çocuklar okullarından koparıldı, aşı alamayacak durumda olan ülkeler varken bazı Batı ülkeleri aşı stoku yaptı. Halen bitmeyen Covid-19 pandemisi düzeltilmesi zor etkiler bıraktı ve bırakmaya devam ediyor. Fransız Marksist Düşünür Alain Badiou ile bu süreci, alınması gereken dersleri ve Marksist hareketi konuştuk.

Dilerseniz önce pandemiden konuşalım. Avrupalı entelektüeller bir süredir bu meseleyi tartışıyor. En çok da İtalyan düşünür Giorgio Agamben’in yazıp çizdikleri gündeme geldi. Agamben, 17 Mart 2020’de yayımlanan Chiarimenti adlı yazısında “Hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum nedir?” diye sordu. Siz, bu süreci; bilim, doğa, insansızlaşma ve kapitalizm gibi bağlamları da düşünürsek nasıl değerlendiriyorsunuz?
Salgın, ‘Batılı’ ve ‘demokratik’ toplumların ne olduğunu su yüzüne çıkardı: Çağdaş kapitalizmin küresel ölçekte yarattığı korkunç eşitsizliklerle yüzleşmeyi reddeden bir grup bencil tüketici. Aşıya karşı protestolar bu ruh halinin tipik bir örneğiydi: “Çevremin, arkadaşlarımın olası ölümü pahasına da olsa, önemli olan tek şey benim özgürlüğüm.”

Marx’ın Kapital’de “güç simsarları” dediği, Benim “Kapitalo-parlamentarizm” olarak adlandırdığım “demokratik” siyasi sistemin, bir milyarderler hiyerarşisinden başka bir şey olmadığını gördük. Burada “Hayatta kalmalıyım”ın ötesinde, “Başkalarının hayatta kalmasını umursamayı tamamen kesebilirim” düsturu var. Ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya yönelik bencil düstur, ötekiler için kaygılanma eksikliğini beraberinde getirdi; özellikle de yoksul kitleler hatta spesifik olarak Afrika’dakiler için.

Salgından alınacak ders, zamanımızın gerçek Marksizmin, yani üçüncü aşama etrafında bilinçli ve organize bir şekilde toplanmak olmalıdır. Marx tarafından bu düşünce ve eylem akımının yaratılmasından, ilk sınırlı etkilerinden (sosyal demokrat partiler) ve tekelci devlet kapitalizmini doğuran deneyimlerden sonra, Mao’dan ilham alarak, Çin’deki Kültür Devrimi’nden, katkılarından ve başarısızlığının nedenlerinden çıkarabileceğimiz ciddi ve doğru dersleri alarak komünist politikayı yeniden icat etmeliyiz.

komunist-politikayi-yeniden-icat-etmeliyiz-1012592-1.
Alain Badiou

15 Ocak 1919’da, Alman Komünist Hareketi’nin öncü isimlerinden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, freikorps birlikleri tarafından katledildiler. Rosa’nın ve Karl’ın ölümlerinin 103. yılında, Rosa’nın o çok popülerleşen ama çarpıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen “Ya Sosyalizm Ya Barbarlık” düsturu sizce ne ifade ediyor? 21. yüzyıl’da eşitlikçi bir dünyayı hayal etmek hâlâ mümkün mü?
Eşitlikçi bir dünyanın ‘mümkün’ olup olmadığı sorusu geçerli değil, kabul edelim ki, bu bir zorunluluk. Ülkelerin ve insanların tüm temel talihsizliklerinin, kesin bir şekilde kapitalizm mekanizmasının dünyada sürdürdüğü korkunç eşitsizliklerden kaynaklandığını anladığımızda, bu zorunluluk esastır. Kapitalizmin temel yasasının, zorunlu olarak sürekli artan eşitsizliklere yol açan ‘sermayenin yoğunlaşması’ yasası olduğu her yerde bilinmelidir.

Kendisini tek ‘demokratik’ dünya olarak sunan ABD liderliğindeki ‘Batılı’ kapitalist dünyanın bencilliğini ve bu böbürlenmesini amansızca eleştirmeliyiz. Bu ‘dünya’ aslında bir doktrinin, ortalığı kasıp kavuran, gerçek yıkıma ve şiddetli savaşlara yol açan bir kültün bir şekilde zorunlu olduğu bir dünyadır: Özel mülkiyet.

Yeni propaganda eylemleri icat etmeliyiz. Kanımca bu eylemlerden biri, tüm üretim araçlarının özel mülkiyetin hizmetinde olduğu bir devletin naipleri arasında seçim yapmaya zorlayan ‘demokratik’ seçimlerin boykot edilmesi olmalıdır.

19. yüzyılda iyi bilinen bir eylemi de canlandırmalıyız: Genel fayda sağlayan malların ailevi aktarımına muhalefet, bu türden tüm zengin ‘mirasların’ kolektif mülkiyetine dönüş. Eşitsizliklerin ve sınıf ilişkilerinin özellikle görünür olduğu her yeri sorgulamalıyız. Kısacası, günümüz komünist militanlık deneyimini her yerde hayat geçirmeliyiz. Ancak o zaman, Rosa Lüksemburg›un eserini yaşattığımızı iddia edebiliriz.

Çeviri: Bahar ÜNLÜ