Bizler diplomalarımızı politik problemleri ya da artan sosyal eşitsizliği ortadan kaldıracak bir “çözüm aracı” olarak görmek gibi bir hataya düştük. İyi bir iş ve de iyi bir yaşama sahip olmanın ön koşulu olarak üniversite diplomasına sahip olmayı temel alarak ekonomimizi inşa ettik. Ancak saygınlık, diplomaya indirgenmemelidir.

Komüniteryen akımın kurucularından Michael Sandel: Değerlerimizi yeniden inşa etmeliyiz

ANDRIAN KREYE

Amerikalı filozof Michael Sandel, birey ile toplum arasındaki bağlantıyı vurgulayan komüniteryen akımın kurucularından. Bireysel özelliklerin toplum ilişkilerinin bir ürünü olduğunu söyleyen Sandel, bireylerin içinde bulundukları toplumdan bağımsız anlaşılamayacağını ve bireylerin sahip olduğu kimliklerin, ilişkide bulundukları sosyal gruplar tarafından şekillendirildiğini ifade ediyor. 1980 yılından beri Harvard Üniversitesi’nde siyaset felsefesi alanında dersler veren Sandel’a göre çağımızın temel sorunları meritokrasi ve zengin ile fakir arasında büyüyen uçurum. “Bilime karşı artan düşmanlık” ve “toplumsal güvensizliği azaltma” üzerine Sandel ile konuştuk.

Yeni çıkan kitabınızda performans, liyakat ve eğitim gibi kavramları sorguluyorsunuz. Bu kavramları sorgulama sebebiniz nedir?

Meritokrasi, yani kişinin toplumda dahil olduğu aile, soy ya da gruba göre değil, sahip olduğu nitelik ve performansa göre yer alması prensibi ile ilgili bir sıkıntım yok. Ancak günümüzde bu prensibe göre hareket ettiğimiz söylenemez. Ayrıca meritokrasinin sosyal dokumuzu tehlikeye atan karanlık birçok yanı var.

Meritokrasinin, insanlara mesleki anlamda birçok kapıyı açtığı altın bir çağda yaşamıyor muyuz?

Gerçek anlamda bir fırsat eşitliğinden bahsedemeyiz. Şans ve para faktörlerini unutmayalım. Performans para üzerinden tanımlanmakta. Basketbolcu LeBron James’i örnek alalım. Tartışmasız çok iyi bir sporcu, yetenekli ve çok çalışıyor. Ama kendisine ödenen parayı gerçekten hak ediyor mu? Yoksa sadece fresk ressamlarının basketbolculardan çok daha fazla değer gördüğü Rönesans dönemi yerine, basketbolun sevildiği ve çok değer gördüğü bir zamanda yaşamak gibi bir şansı mı var?

Sadece paranın toplumdaki rolünü eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda eğitimi de eleştiriyorsunuz.

Beni yanlış anlamayın. Yetişkinliğimin çok büyük bir kısmını yüksek eğitimle geçirdim. Herkes üniversite mezunu olma şansına sahip olmalı. Ama bizler, diplomalarımızı politik problemleri ya da artan sosyal eşitsizliği ortadan kaldıracak bir “çözüm aracı” olarak görmek gibi bir hataya düştük. İyi bir iş ve de iyi bir yaşama sahip olmanın ön koşulu olarak üniversite diplomasına sahip olmayı temel alarak ekonomimizi inşa ettik. Ancak saygınlık, diplomaya indirgenmemelidir. Bunun yerine eğitim ve mesleki eğitimin her türlüsüne daha çok yatırım yapmalı ve toplumun her bir üyesine, elinden gelenin en iyisini yapma şansını vermeliyiz.

ABD yüksek eğitimin çok pahalı olduğu bir yer, bu açıdan bakıldığında bahsettiğiniz daha çok bir “Amerikan” sorunu değil mi?

Evet, ben de ABD’de eğitimin aşırı derecede pahalı olduğuna inanıyor, öğrenciler ve ailelerine bu derece büyük bir ekonomik yükün bindirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu açıdan bakıldığında ABD, Almanya’dan sanat ve teknik eğitim alanlarında çok şey öğrenebilir. Almanya meslek edindirme bakımından çok iyi organize olmuş ve donanımlı bir ülke. Mesleki eğitim sonrasında iş bulma konusunda da sıkıntı yok ve üniversite diplomasına gerek olmadan elde edilen bu mesleklerin toplumsal saygınlıkları da oldukça yüksek. Bu durum, aynı zamanda toplum içindeki farklılıkların derinleşmesini de önlüyor.

Toplum içinde farklılaşma zaten var. Ayrıca net bir şekilde tanımlanmamış elitlere ve burjuva partilerine karşı da bir direniş söz konusu.

Çünkü batı demokrasilerinde derin bir kutuplaşmanın yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Artık, kamu yararının ne olduğu konusunda bir fikir birliğinden söz edemeyiz. Ancak burada Amerika ve Avrupa arasındaki fark kesinlikle eğitimde olduğu kadar büyük değil. Sözünü ettiğim direniş, 2016 yılında Brexit ve Trump’ın seçilmesi ile zirveye ulaştı. Ve bu aşırı milliyetçi, otoriter ve popülist figürleri, henüz iktidara gelmemiş olmalarına rağmen, Avrupa’nın hemen her yerinde gördük.

Peki, sizce bu kötülüğün kaynağı ne?

Bu kötülüğün kaynağı, toplumumuzdaki kazananlar ve kaybedenler arasındaki farkın son kırk yılda daha da derinleşmesidir. Bu derinleşme sadece gelir ve servet eşitsizliğinde kendini göstermiyor. Başka bir neden ise başarılı olanların, elde ettikleri başarının kaynağını “sadece kendileri” olarak görmeleri ve “şansları başarılılar kadar yaver gitmemiş olanların”, başarılıların kendilerine tepeden bakmasından bıkmış olmaları.

Bu püriten bir dünya görüşü değil mi?

Şüphesiz dünyevi başarıların, Tanrı’nın bir ödülü olduğuna olan inancın, dinsel kökenleri de var. Erdemlilerin başarı ve sağlık ile ödüllendirileceği fikrini Amerika’da ilk formüle edenler püritenlerdir. Ve laik meritokrasimizin temelinde de bu fikir yatmaktadır.

Ama elde ettiğimiz başarılarla gurur duymamızın nesi yanlış?

Yanlış olan, “başarılıların” elde ettiklerini büyük bir meritokratik kibirle kutlamaları ve bunu yaparken başarılarında, şansın ve “kader”in oynamış olduğu rolü yok saymalarıdır. Yanlış olan bir başka nokta ise, “başarılıların” yükselişleri için gerekli koşulları yaratan toplumu ve bu topluma ne kadar borçlu olduklarını unutmalarıdır. Bu nedenlerden dolayı “kamu yararı” ile olan bağımız gitgide azaldı. Çünkü birey olarak her şeyi tek başımıza başardığımıza ve bağımsız olduğumuza inanıyoruz. Bu bakış açısı ne kadar baskın olursa, kendimizi başkalarının yerine koyma yetimizde o derece azalır.

Ama meritokrasi, Püriten bir şekilde yapılanmış ABD dışında, Katolik Avrupa’da, Konfüçyüsçü Asya’da, İslam dünyasında ve hatta kolektivizmin güçlü olduğu kültürlerde de geçerli bir fikir değil mi?

Şüphesiz ki başarı ve liyakat dünyanın geri kalanı içinde cezbedici. Meritokrasi sadece bir Amerikan ihracatından da ibaret değil. Geçtiğimiz son kırk yıllık süreçte dünya çapında, “piyasanın gücüne” dair güçlü bir inanç ve piyasaların tanımladığı yeni bir meritokrasi ortaya çıktı. Çin’i çok iyi tanıyorum. Oradaki öğrencilerle konuştuğum zaman, zenginlerin, başarılarının kendi çabalarının ürünü olduğuna inandıklarını ve bu zenginliği de hak ettiklerini düşündüklerini gördüm. Çinli gençlerde gördüğüm bu inanç, ABD’de gördüğümden çok daha derin.

Burada yine bir “dini inanç” kavramı saklı değil mi?

Evet, çünkü piyasalara olan inanç, ekonomistlerin bize öğrettiklerinden çok daha fazla ve bu durum geçtiğimiz son kırk yılda daha da güçlendi. Ve bu bir “inançtan” ibaret olduğu için, buna uygun bir insan şekli yaratıldı ve bu yaratılan insanın değeri de sahip olduğu zenginlik, mesleki durum ve eğitim seviyesi üzerinden tanımlandı. Bu nedenle küreselleşmenin “kaybedenleri” sadece artmayan gelirleri nedeniyle değil, aynı zamanda maruz kaldıkları aşağılanma nedeniyle de öfkeliler.

Bu ideolojik farklılaşma daha da derinlere inmiyor mu?

Küreselleşmenin iki uç noktasını, yani milyarderleri ve giderek daha çok yoksullaşan işçi sınıfını bir tarafa bırakırsak, orta sınıf içerisinde de bir farklılaşma söz konusu ve bu farklılaşmaya neden olan faktör de eğitim. Ama ben entelektüel sınıfı, özellikle salgın ile savaştığımız bu dönemde, söz konusu eleştirilere karşı korumak istiyorum. Çünkü anti-entelektüel muhafazakârların batıl inanca dayanan bilim düşmanlığı kesinlikle çok tehlikeli.

Ama bu anti-entelektüelizmi politik bağlamda değerlendirmelisiniz. Bu sadece salgında gördüğümüz bir tavır değil, iklim değişimi konulu tartışmalarda da bunu gördük. Eğer bu durumu sadece batıl inanç olarak yorumlayıp, reddederseniz, bu duruşun politik önemini göz ardı etmiş olursunuz. Zaten elitlere karşı güvende toplumsal bir gerileme söz konusu, buna bilimle uğraşan elit tabaka da dahil. Güven konusunda bir eksiklik meydana geldiği için, politikada öfke ve reddetme çok kolay oluyor. Ve burada hedef her zaman elit tabaka, bunun eğitimle de bir alakası yok.

Peki, ne ile alakası var?

Eğer iklim değişikliğine dair tartışma, eğitimsiz batıl inançlı insanlar ile eğitimli bilim destekçileri arasında olsaydı, parti çizgisinden bağımsız, eğitim seviyesinin artmasıyla söz konusu çatışmanın da azalması gerekirdi. Ancak yapılan bir araştırma bunun böyle olmadığını gösterdi. Eğitimli demokratlar, iklim değişikliğini eğitimli cumhuriyetçilerden daha ciddiye alıyorlar, iklim değişikliğinin varsayılan olumsuz sonuçlarını ise cumhuriyetçiler daha abartılı buluyor. Bu sonuç bize tartışmanın bilimsel değil, politik bir tartışma olduğunu gösteriyor.

Bu politik tartışmayı nasıl sürdürebiliriz?

Şüpheci olanları, iklim değişikliğinin bir tehdit oluşturduğuna ya da maske takmanın gerekliliğine ikna etmeye çalışmadan önce, karşılıklı gelişen güvensizliği gidermeliyiz. Bu güvensizliği gidermek için yeni bir politikaya ihtiyacımız var; bu yeni politika kendini reddedilmiş hissedenleri de içine alacak yeni bir “kamu yararı” kavramı geliştirmelidir. Ve kazananların başarıya karşı olan tutumlarını da değiştirmeliyiz. Kazananlar meritokratik kibirlerinin farkına varmalılar. Bu salgın sürecinde sıklıkla herkesin aynı gemide olduğu söylendi; ama bu kesinlikle doğru değil. Salgın kazananlar ile kaybedenler arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi. Bazıları evden çalışabiliyorken, bazıları her gün işe gitmek zorunda kalıp, virüse yakalanma riski ile karşı karşıya kalıyorlar. Ve üstelik bu insanlar genellikle düşük maaşlarla çalışanlar.

Peki, hiç umudunuz var mı?

Evet, iki sebeple: İlk olarak, salgın dönemi bazı meslek gruplarının toplum için ne kadar önemli ve vazgeçilmez oldukları bilincini yarattı. Örneğin hasta bakıcılar, teslimat işlerinde çalışanlar ve satış personelleri gibi. İkinci olarak da adalet için başlayan “Black Lives Matter” hareketi. Bu hareket uluslararası, çok ırklı ve kuşaklar üstü bir harekettir. Bu hareketin ortaya çıkardığı ruh, bize adaletin temel sorunları hakkında açık ve ahlaki bir tartışma yürütmek için fırsatı veriyor. Çünkü siyasette temel bir değişimin sağlanabilmesi için, toplumsal değerler sisteminde de köklü değişime ihtiyaç vardır. Ve biz değerlerimizi dayanışma, vatandaşlık ruhu ve karşılıklı saygı üzerine inşa edersek, herkes için “kamu yararı” oluşturabiliriz.

Süddeutsche Zeitung'dan çeviren Nurcan Dikme Yaşar