Yeryüzünü aydınlatmak isterken kararttık ve tükettik. Ama güneş gibi yanabileceğimizi, ışıdıkça yaşamı çoğaltan mekânlar yaratacağımızı hiç düşünmedik

Konuşanlar yaşamayanlardır

Kasaba meydanındaki kahvede oturuyorum. Arkadaki masadan aralara ‘amk’lerin sıkıştırıldığı konuşmalar geliyor. Dönüp bakmıyorum. Yüzlerin ne önemi var ki tabii ki konuşanlar, kasabanın eril toplumsal bedenidir. Ama erilliğin seslerini de bir müzikal dinler gibi dinliyorum. Konuşulanlar kasabanın sıradan, gündelik olaylarıdır ama olaylar âdeta bir müzikalde geçiyor. İstanbul Türkçesinde yitirilen dilin melodisi buradaki konuşmalarda hâlâ devam ediyor. Ağızlar, bir melodiyi birlikte icra eden enstrümanlardır.

Dil, birlikte icra edilen ve her icra edildiğinde değişikliklerle yeniden üretilen çok sesli bir müzik ama melodisini yitirince dil de kurudu ve dil ile birlikte bizler de. Dil kalabalık bir orkestrayla icra edilirken orkestra dağıldı ve yapayalnız kaldık. Ve sololarımız giderek yavanlaştı ve sonunda sadece kakofoni üretir olduk. Ağzımızdan çakıl taşlarının çarpışmasını andıran gürültüler çıkarabiliyoruz ancak ama bu dil değildir. Dil, doğal ve toplumsal ritimler eşliğinde bedenlerini bir enstrüman gibi kullanan, birbirlerini dinleyip birlikte çalan ve doğaçlama diyaloglar üretenler tarafından icra edilir, bir tür ‘jazz session’. Kimseyi dinlemiyoruz artık, sadece kendi kakofonimizi seslendiriyoruz. Ve kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Dil hapishaneyse, bizlerin yaşadığı tecrit hücresidir. Oysa konuşarak dilin duvarlarını çatlatmış ve dili birlikte zenginleştirmiştik. Sözcükler gözenekli ve geçirgendi, olmadı kırardık. Şimdi sözcüklerimiz kalın kabuklu, içlerinde tutsak kaldık. Kapatıldığımız dil iktidarın dilidir, ayrıştırmanın ve nefretin dili. Sözcüklerin dört duvarı içinde biz bize kaldık. Sözcükler bir bıçak gibi, bizden olmayanlara saplandıkça yaralıyor, öldürüyor da. Sözcükler hem silahımız hem tecrit hücremiz. Başkalarını dışlamakla kalmıyor, kendimizi de tecrit hücrelerinde toplumsal ölüme mahkum ediyoruz. Sözcükler mezarlarımız bizim.

Mezar taşlarımızda kimliklerimiz yazılı. Ya da kimlikler, mezar taşlarıdır. Konuşanlar yaşamıyor, çoktan ölmüşler. Baksanıza kullandıkları sözcüklere; yaşama, oluşa, birlikte yaşamaya dair hiçbir şey barındırmıyor. Sadece ölümden ve öte dünyadan söz ediyorlar. Ölüler konuşuyor. Herkes kendi mezarından sesleniyor birbirine. Ve hücrelerin içinde sadece ölüm yankılanıyor, ölümü çoğaltıyoruz.

Oysa dili ölüler değil, yaşayanlar icat etmişti, birlikte yaşamak ve yaşamı çoğaltmak için. Ama dil, ölülerin dünyasından sesleniyor şimdi. Dil de ölüdür, fosilleşmiş. Fosil yakıtlar gibiyiz, mezarların içinde için için yanıyoruz. Şairin “Sen yanmazsan/biz yanmazsak/nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” dizelerini yanlış anladık. Yanmayı fosil yakıtların yanması sandık. Yeryüzünü aydınlatmak isterken kararttık ve tükettik. Ama güneş gibi yanabileceğimizi, ışıdıkça yaşamı çoğaltan mekânlar yaratacağımızı hiç düşünmedik. Çünkü yanmayı bize iktidar öğretmişti, kendi üzerine kapanıp için için yanmayı, tıpkı kor gibi. İçin için yanmak ölümdür. İçin için yandıkça arzularını gerçekleştiremeyen, kendini tüketen kederli varlıklara dönüştük. İktidarın istediği de buydu, çünkü rahip ve despot kendi iktidarları için kederli bedenlere muhtaçtır (Spinoza).

Dil kendi üzerine kapandıkça kudretini yitirir ve keder üretirir sadece. Dil de bir yanmadır, ya mezarına kapanıp için için yanar ve ölümü çoğaltır ya da bir güneş gibi ışıyarak yaşamı ve neşeyi çoğaltır. Dilin duvarlarını birlikte konuştukça çatlatabiliriz ancak ve sınırını ufka doğru genişletebiliriz. Ama konuşanlar, mezarlarındaki ölülerdir. Oysa dil bir mezarlık değil, içinde bin bir türlü canlının yaşadığı bir coğrafyadır. Marx’ın İsa’ya atfen söylediği gibi, “Bırakın ölüleri, kendi ölülerini gömsünler!” Biz yaşamdan, yaşamı çoğaltmaktan ve birlikte yaşamaktan konuşalım.