“Hani ya da benim elli dirhem pırasam / Üç mum yaksam Konyalı’yı arasam / Konyalım yürü yürü yavrum yürü fistanını sürü...” Kapının ağzındaymış; ”Artık dayanamayacağım, off ne bu söylediğin?” diyerek geliyor yanıma bir hışımla. “Bu şarkıyı herkes bilir ufaklık, sen duymadın ha?” “Kalsın, istemem, lafları çok saçma!” “Turnelerde giderken ne zaman yakınından geçsek yolu değiştirirdik. Aracı sürene bağırırdım: ‘Sap şurdan, yürrrüüü Konya’ya...’ Neyi muştuladığımı bildikleri için yol uzayacakmış falan kimse dert edinmezdi, pişmiş kelle gibi sırıtırdı herkes... Sen de, bi sorsana ya, ‘Neden, ne için?’ diye” “Kelle paça içmek için mi?” “Evet, konu yemek ancak bir tek çorba için değil onca yolu tepmemiz.” “Elli dirhem pırasa için mi?” “Dalga geçmeyi bırak, Konya Mutfağı’na bak! Selçuklulardan bugüne yoğrulan görkemli bir oluşum. Belki de dünyada adına anıt mezar yaptırılan ilk aşçıbaşının Konya’da bulunduğunu söylesem?...” “Hadiii...” “Üç nefis yiyecek ayrıca dikkati çeker ki ne hadiii. Fırın Kebabı, etli ekmek, peynirli pide. Sonra, daha sayayım mı, Bamya Çorbası, Çebiç, Su Böreği, Saçarası... Konunun uzmanı Dr. Nevin Halıcı diyor ki: ‘Konya Mutfağı, 1986’da Birinci Milletlerarası Yemek Kongresi’nden sonra yabancıların ilgi odağı olmaya başlamıştır. Konya’ya yemek için geziler düzenlemişlerdir. Ancak kültür ve mutfak değerlerimizi hızla harcadığımız, Konya’nın ünlü fırın kebabını ‘tandır’a dönüştürmek üzere olduğumuz ortamda, mutfak adına bir kurtarıcı yetkili çıkacağı ümidindeyim...”

Konya’ya esas başka kurtarıcılar gerekiyor...

İzlanda karşılaşması öncesinde 10 Ekim katliam kurbanları için Konya’daki stadyumda gerçekleştirilen 1 dakikalık saygı duruşu ıslıklar, yuhalamalar ve tekbir sesleriyle bölündü. Emeğe, dayanışmaya, kardeşiliğe, barışa da saldırıydı bu...

“Bu bize Türkiye’nin toplumsal olarak ne kadar çok ayrıştığını ve ayrışmanın devam edeceğini gösteriyor. Biz şu anda buzdağının üstünü görüyoruz” diyor Doç. Dr. Ahmet Talimciler ve sözlerini şöyle sürdürüyor, “Eğer kötü günde de birlikteyiz düşüncesi gerçek anlamda olsaydı, insanlar ölülerin milliyetine, dinsel inanışına ya da ideolojisine göre yuhalamazlar, ıslıklamazlardı.”

“Ufaklık, bir de İşçi Sınıfı ve Futbol ilgini çekerse(ki mutlaka çekmeli) okumalısın. Marksist Tutum’da bir işçi şunları yazmış: İşçilerin gündeminde kendi sorunları ve yaşam koşulları olması gerekirken, takımlar, transferler, goller, ligler, liderler, kupalar, kulüpler, federasyonlar, teknik direktörler vb yer alır. Evine götürecek ekmeği zor bulur ancak yenilen takımını dert edinir ya da kazanmışsa mutlu olur. Farklı takımların taraftarı olmak işçiler arasındaki suni ayrımları güçlendirir. Uluslararası karşılaşmalardan önce estirilen milliyetçilik rüzgârları maçın sonucuna göre yeniden şekillenir. Kazanan taraf savaşın galibi olan bir ordu gibi zafer sarhoşluğu yaşarken burjuvazi için yeni yasaların, zamların, sömürü politikalarının örtüsü hazırdır... Takımlarıyla özdeşleşen taraftarlar, takıma gelecek her türlü hakareti, yenilgiyi, hatta bir sarı kartı bile kişiliğine gelmiş bir saldırı olarak algılarlar... Bilet ücretleriyle, bahis oyunlarıyla, bol reytingli televizyon programlarıyla, yüksek tirajlı gazeteleriyle, reklamlarıyla, mafyasıyla, kara para aklamalarıyla futbol devasa bir sektördür...”

“Demin ağzımı sulandırdın” diyor birden ufaklık, “hani acaba ben de şöyle...” “Şimdilerde Konya’nın nesi ünlü, bir de onun tadına bak istersen?!” diye kesiyorum sözünü. “Ne?” diye soruyor. “Yuu’su çok ünlü!” Anlamıyor, “Nesi?” diyor. “Yuhlaması!” diyorum. Bilirim, midesine düşkündür biraz, ama “bu yuhlama, bazlama gibi bir şey mi?” demez mi, işte buna da yuh yani; ben neler anlatırken o nerelerde...