Serkan Öngel ve Uygar D. Yıldırım’ın derlediği 'Şirketlerden Kooperatiflere, Rekabetten Dayanışmaya' kitabı büyümekte olan 'yeni kooperatifçilik hareketi'nin deneyim ve tartışmalarını genişleterek serimleme amacı taşıyor

Kooperatifleri ‘düzde kuşatmak’

UMUT KOCAGÖZ

Her yeni doğan gün, o gündür ki,
o gün eski başlangıçların sonuncu günüdür.
İşte zaferi o gün kazanmak lazımdır
.

Serdar Koçak

Zor zamanlar, giderek keskinleşiyor. Yeni açıklanan sefalet ücreti, farklı katmanlardan işçilerin sosyal medyada paylaştıkları maaşları, halimizi özetliyor.[1] Kurtarıcı bir mesihi bekleyenler çoğunlukta. Beklemeyenlerse, hareket halinde. Gerçek ve kalıcı bir dönüşümü sağlayacak olan şey, eski, hâkim ilişki ve alışkanlıkları dönüştürecek kudrette olmak. Yeni arayışların peşinde olmak.

Serkan Öngel ve Uygar Dursun Yıldırım’ın derlediği Krize Karşı Kooperatifler, böylesi bir arayış olarak “kendi sorunlarını çözme” iradesi gösteren, “kendi kendine yardım hareketi olarak kooperatifçiliğin” (11) bu süreçte biriken tartışmalarını, deneyimlerini, alternatiflerini serimleyen bir ilk kitaptı. Şirketlerden Kooperatiflere, Rekabetten Dayanışmaya kitabı da benzer saiklerle ve biçimsel özelliklerle, gelişmekte olan “yeni kooperatifçilik hareketi”nin (11) deneyim ve tartışmalarını genişleterek serimleme amacı taşıyor.

Bu iki kitabın ortaya çıktığı bağlamı, Serkan Öngel’in Şirketlerden Kooperatiflere, Rekabetten Dayanışmaya kitabında yazdığı makale özetliyor. Türkiye’de 2000’lerle birlikte çözülmeye başlayan tarım, kooperatiflere duyulan güvenin yitimi, kooperatif sayısında sürekliliği olan bir düşme trendi göstermekle birlikte, 2016 itibariyle düşüş eğiliminin durması ve yükselme eğiliminin başlamış olması söz konusu (156). Bu yeni trend, tarım ve gıda alanında çalışmalar yürüten bir çok inisiyatifin ortaya çıktığı, yerel yönetimlerin yeni tipte destekleme mekanizmaları geliştirdiği, genç bir kuşağın yeni iş modelleri arayışında olduğu, sermaye boyunduruğu karşısında yeni mücadele imkânlarının tartışıldığı bir döneme tekabül ediyor aynı zamanda.

Türkiye’de yeni kooperatifçilik hareketinin ortaya çıktığı koşulları, küresel bağlamını da göz önüne alarak tartışmakta fayda var. Küresel ölçekte kapitalizm dönüşüyor. Yaşamın her anı, kâr rasyonalitesine göre biçimleniyor. Yani, kapitalist ilişki, fabrikanın dışına çıkarak bütün toplumsal alanlarda, kâr ve rant üretecek şekilde, yaşamı dönüştürüyor, onu kendi mantığına tabi kılıyor.[2] 90’larda başlayan “yeni çitlemeler” bu bağlamı ifade etmekte yardımcı olabilir.[3] Sermaye hakimiyetine açılmamış kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, kırsal ve kentsel müştereklerin metalaştırılması ve yağmalanması, yeni birikim alanlarının açılmasıyla, eski tip kır-kent ilişkilerinin artık arkaikleştiği bir döneme hızla sürüklendik. Yurttaşların “müşteri”, çalışanların “güvencesiz” olduğu; sınıfsal katmanların çoğaldığı ve sınıf konumlanışlarının berraklığını yitirdiği bir dönem bu. Dolayısıyla, emekçi sınıfların farklı katmanlarından, gerek hak mücadelelerinin, gerekse emeğin kendini başka biçimlerde örgütleme arayışlarının yoğunlaşmasından bahsedebiliriz.

Bu politik-ekonomik bağlam, çözülen toplumsal ilişkileri ifade ediyor. Toplumsal çözülme, neoliberal bireyciliğin bir kitle kültürüne dönüşmesine, yabancılaşmaya, yalnızlaşmaya vesile oldu. Yalnızlaşmamak için sermaye tahakkümüne boyun eğmek ve cemaatleşmek teşvik ediliyor. Nitekim, depresyonun gerçek nedenlerini aramak için de buraya bakmak mümkün:

“Bu dünyada bireysel olarak kazanıp,
Başka bir dünya yaratamayız
Birlikte”[4

kooperatifleri-duzde-kusatmak-965076-1.

“Kendine yardım etmek”, burada bir parantezi hak ediyor. Çünkü kendilik, teşvik edilen bireysel ve cemaatsel ilişkilerin de karakteristik özelliği. Oysa kitapta ortaya konulduğu haliyle, kooperatifçilik insanların “birbirinin eki” olduğu bir toplumsallığı teşvik etmek amacında (11). Bir toplumsallığın, ancak ve ancak başka insanların var olmasıyla mümkün olabileceği, başka insanların, yani “ötekiliğin” toplumsallık açısından ne kadar hayati olduğu düşüncesi. Dolayısıyla, siyasetin alanı haline gelmiş olan yaşamın her vehçesinde örgütlenmek, özneleşmek, başka insan topluluklarıyla bir toplumsallık inşa etmek elzem. Kitapta ifade edildiği haliyle, “yeni ve alternatif bir kamusallık”, bu insan topluluklarının başlattığı deneyimlerin, kendi hayatlarını “başka” bir biçimde örgütleme iradelerinin, son tahlilde yaratacakları toplumsallığa vereceğimiz isim olacaktır.

Elbette, dönüşen kapitalist ilişkiler, kitle örgütlerinin güçsüzleşmesi ve mücadeleci özelliklerini yitirmesiyle de eşzamanlı gerçekleşiyor. Yeni arayışlara sahip bir kuşak, gerek eski örgütlenme formları içinde, gerekse yeni örgütlenme formlarını deneyerek, bu kaderi değiştirmeye çalışıyor. Türkiye’de sınıf hareketinin kendi özgül tarihi açısından çeşitli direnişler ve mücadeleler sonrasında, Gezi gibi bir hadise yaşandı ve yeni toplumsal arayışlar daha görünür hale geldi. Bundan kast edilen, yeni bir toplumsallık arayışı. Hayatı başka türlü nasıl örgütleyebiliriz? Başka bir mantıkla, başka ilişkilerle, mekanizmalarla, üretim, yönetim, tedarik ve tüketim süreçlerini yeniden, nasıl organize edebiliriz? Fabrikaları, işyerlerini, mahalleleri, gıda tedariğini, yerel hizmetleri, başka türlü örgütleyerek, nasıl yönetebiliriz? Bu sorular, hobi olarak verilecek cevapları değil, hayatı gerçekten dönüştürecek bir iradeyi gerektiriyor. Öngel ve Yıldırım, kooperatifçilik hareketine ruhunu veren şeyin tabandan, devlet ve sermayeden bağımsız, özörgütlülüğe dayalı, dayanışmacı ve katılımcı ilişkiler geliştirerek, kendi üretimi üzerinde egemenlik kurmak olduğuna işaret ediyor (8). Dünyayı bugünde soluyan, yaşayan gerçek, sıradan insanların, bu soruların peşine düşerek sistemin karşısına dikilmesinin ne kadar da “tehlikeli” olduğunu ifade edelim.

ESKİ YENİ

Kooperatifler, eski bir örgütlenme biçimi olarak yeniden gündemde. Eskinin yolsuzluk ve hantallıkla malul deneyimlerinin yerine, şeffaf ve dinamik bir kooperatifçilik arayışı söz konusu (7). Bilişim, finans, teknoloji, tarımsal üretim, platform, eğitim, konut gibi farklı alanlardaki kooperatifçilik deneyimlerine odaklanan Şirketlerden Kooperatiflere, Rekabetten Dayanışmaya kitabı, içine girdiği alanlarda açtığı zengin tartışmalar yürüten katkılardan oluşuyor. Burada, “yaşamın her veçhesi” olarak yaşamı oluşturan her konuda nasıl örgütlenileceği sorusunun peşine gidildiği görülüyor. İki kitapta da, doğrudan deneyimden hareketle, bağlam tartışmasının olması ve eleştirellik kurulması anlamlı. Krize Karşı Kooperatifler kitabında Kadıköy Kooperatifi imzalı metin bu aktarımı sağlarken, Şirketlerden Kooperatiflere, Rekabetten Dayanışmaya kitabında bu aktarım Ahmet Gire imzasıyla, henüz yeni bir girişim olan Albatros kooperatif girişiminin, bilişim alanındaki müşterek üretim potansiyelinden hareketle ne türden kapılar açabileceğini tartışıyor. Bu durum, alana dair spesifik tartışmaların açılmasına, önemli konu başlıklarının özetlenmesine, spesifik kavramların ve bu kavramları önceleyen paradigmaların ele alınmasına vesile oluyor. Her metin için aynı durumdan söz etmek mümkün olmasa da, kitaplardaki bazı metinleri bu bütünlüğü içinde ele almak mümkün. Böylece kitap, kooperatifleri vesile ederek farklı sektörler ve temalardaki tartışmaları serimliyor, denilebilir. Örneğin, çiftçilerin kooperatifleşme deneyimlerini ele almak için tarımsal yapının dönüşümünü, tüketicilerin kooperatifleşme olanaklarını tartışmak için gıda egemenliğini ele almak elzem. Kitaptaki yazıların gerek alan çalışmalarına, gerek küresel deneyimlere, gerekse tarihsel örneklere dayanması, bu açıdan hem pratik hem de teorik meselelerle ilişkilenmeyi ve deneyimlerin kısıt ve imkânlarını tartışmaya açmamıza vesile oluyor. Elbette, bu kitaplarda tüm deneyimlerin ve tartışmaların kapsandığını söylemiyorum. Kooperatifçilik hareketi canlı olduğu için, araştırma ve tartışmalara dayanan bir kitapta bunu kapsamak mümkün değil. Kitaptaki deneyimlere ek olarak söylemek gerekirse, son dönemde ortaya çıkan yayıncıların (YAY-KOOP), tiyatroların (Tiyatro Kooperatifi), araştırmacıların (Yerküre Kooperatifi), bisiklet kullanıcılarının (Bisi-Koop) deneyimleri, farklı sektörel kurgularda dayanışma ilişkilerinin geliştirilmesine yönelik özgün adımlar olarak akılda tutulabilir.[5]

BAZI TEMEL SORULAR

Kooperatifler, emekçilerin temel ihtiyaçlarını “gidermek” amaçlı kurulabildiği gibi, kapitalist piyasada bir aktör olacak yeni bir “işletme” modeli olarak da kurulabilir. Piyasayı daha adil bir mekanizmaya dönüştürmenin de, veya Öngel ve Yıldırım’ın işaret ettiği üzere bir (kapitalist) üretim biçiminden başka bir üretim biçimine “geçiş süreci”nin de bir aracı olabilirler (10). Çağatay Edgücan Şahin’in makalesinde işaret ettiği üzere, kooperatifler, kapitalist sistem içerisinde çelişkili bir doğaya sahiptir (107), tıpkı diğer işçi-emekçi örgütleri gibi. Kooperatifer de, sendikalar da, kendinden, a priori olarak “iyi” veya “kötü”, “mücadeleci”, “alternatif” veya “düzen içi” değillerdir. Zira, herhangi bir örgütlenme formundan da bu bağlamda bahsetmek doğru değil. Ancak elbette, kitabın da meramı olan “geçmişle bağı kurmak” ve “hafıza” inşa etmek olgularını düşündüğümüzde, bu örgütlenme biçimleri, tarihsel olarak emek örgütleridir, sermaye karşısında emekçilerin haklarını korumayı, hatta zaman zaman bir toplumsal örgüte dönüşerek, yaşamı dönüştürmeyi sağlamaları açısından, alternatif olma özellikleri kazanmışlardır. Tam da bu sebeple, “alternatif olma iddiasındaki kooperatiflerin mutlaka taşıması gereken özelliklerini” (108) tespit etmek için, bu deneyimlere bakmak ve öğrenmek elzemdir. Örneğin, Şahin’in “işçi kooperatifleri” üzerinden yaptığı tartışmayı genişleterek, bugün için bir çok kooperatifin “kâr amaçlı şirket modeli” (108) peşinden gittiğini; neoliberal-kapitalist mantığının bu kooperatifleri şekillendirdiğini ve dönüştürdüğünü söylemek mümkün. Bunun en güncel örneğinin, “girişimcilik” olarak ortaya çıkan yeni tipte bir örgütlenme mantığının, kooperatifçilik hareketi içerisine nüfuz ederek onu “temel ilkelerinden uzaklaştırması” (157) , bir nevi koopte etmesi söz konusu.[6]

Peki, yeni kooperatifçilik hareketinin, özellikle “sosyal kooperatif” olarak kendini tanımlayan veya bu kategoride dahil edilen oluşumların “toplumsal fayda” (85) üretiminde, “toplumsal & ekonomik adalet” sağlamadaki rolü, imkanları nelerdir? Burada, bir adım geri giderek, “toplumsal faydayı” “kimin” tanımlayacağı sorusunu sormamız elzem. Belki de mücadele, bir toplumsal fayda üretirken, aynı zamanda onu tanımlama hakkına da sahip olmak, yani Hannah Arendt’in işaret ettiği üzere, hakka sahip olma hakkına sahip olmak, olabilir mi? Dolayısıyla, toplumsal faydanın ne olduğunu tanımlamaya girişen her kooperatifin, zorunlu olarak kendini toplumsalın bir parçası kılmak, böylece kendi değerini bir müşterek değerle ilişkili olarak kurmak zorunda hissedeceğini, bunun da toplumsal ve ekonomik adaleti inşa etmede pozitif bir adım olduğunu ifade etmekte fayda var.

Günümüzde “birbirlerinden başka sığınacak bir şeyleri olmayanların kurdukları” (141) ve “tarihsel olarak kitlesel ve kapitalizmi aşma hareketi” olarak kooperatiflerin (143), belki de bir mantıki zorunluluk olarak “temsili demokrasiyi aşma” (109) gibi temel bir hedefinin olması şaşırtıcı değil. Hatice Kurtuluş’un yazısında ifade ettiği üzere, kooperatifçilik tarihinde yer alan mali kontrolsüzlükler, yolsuzluklar gibi sorunların ortadan kaldırılması (203), yeni kooperatifçilik hareketinin “yatay örgütlenme biçimleri” etrafında gelişmesinin bir sonucu olabilir. Başka bir deyişle, yeni kooperatifler eskinin hatalarını önleyici mekanizmalar oluşturabildiği sürece, yeninin de hakikiliğini tesis edebileceklerdir. Uygar Dursun Yıldırım’ın Sovyetler, Yugoslavya ve Romanya’daki deneyimlerden hareketle, günümüz kooperatifçilik hareketinin deneyimlerine odaklanarak söylediği üzere, “yabancılaşmış, bürokratik” bir mekanizma yerine tabandan, katılımcı bir dinamik olarak kooperatifçilik, yeni bir toplumsallığı inşa etmek açısından hakiki bir zemin sunduğunu söylemek mümkün (319).

CANLI HAYATIN, GERÇEK İLİŞKİLERİN DÜZLEMİ

Kapitalizmin krizini aşacak, ona alternatif bir iktisadi, sosyal, ekolojik toplumsallığı örgütleyebilecek bir arayışın ifadesi olarak kooperatifler, canlı, hayatın içindeki insan ilişkilerinden beslenen, deneyimleyen, gerçek sorunlardan hareket ederek onları çözmeye niyet etmiş mütevazi çabalarla, deneyim biriktirerek, bir alternatife dönüşebilir. Sorunları yaşayan insanlar bir araya gelerek, birbirlerine “sığınarak”, yeni tipte ilişkilerini kurumsallaştırmak istediklerinde, kooperatif biçimi onlar için önemli bir araç olabilir. Görülüyor ki tarihsel olarak, aynı zamanda Türkiye’de de bu araca ilgi giderek artıyor, sayıları ve çeşitleri artan biçimde, farklı kesimlerden çok sayıda kişi, farklı sektörlerde, farklı ihtiyaçlarını gidermek amacıyla kooperatiflerde bir araya geliyorlar.

Şirketlerden Kooperatiflere, Rekabetten Dayanışmaya kitabında, geçmiş deneyimlerin hafızasını hesaba katan ve kullanan, üretim ilişkilerindeki dönüşümü merkeze alan bir kavrayış söz konusu. Rekabetin yerini alacak olan dayanışma, şirket formunun yerine kooperasyon ilişkilerini taşıyabilir mi? Tarihsel olarak hak kazanma örgütü olan sendikalar, yeni kooperatifler tarafından desteklenerek, dönüştürülerek, hak sahibi olmayanların hak sahibi olmasında bir katkı koyabilir mi? Sınıf mücadelesinin iki farklı aracı olarak sendikalar ve kooperatifler, giderek keskinleşen sınıf mücadeleleri içerisinde, birbirlerini nasıl destekleyebilir? Dahası, kooperatifler, başka bir toplumsallığın inşasında, birer emekçi özörgütü olarak nasıl yer alabilir; bir sektörün, yerel ve idari birimin özyönetimine nasıl katkı sağlayabilir? Başka bir toplumsallığı otomatik olarak örgütleyebileceğimize, bir sihirli değneye veya mesihe inanmıyorsak, bu soruları daha fazla düşünmeye ve tartışmaya ihtiyacımız var.

Bir çok krizin kesiştiği bir dönemin içinden geçiyoruz. Yeni bir toplumsallık arayışının güçlenmesi; bir mesih beklemeden, gerçek ilişkiler düzleminde, hak üretmek, hak talep etmek, hakkı kurmak gibi birbirine dokunan yöntemlerle, örgütlenme pratiklerinin gelişme potansiyeli söz konusu. Gerçek ilişkiler düzleminin işaret ettiği temel şey, denemek. Yaşantıları dönüştürmek için örgütlenmek, yeni türde ilişkiler kurmak ve bunları kurumsallaştırmak, yeni haklar üretmek ve bunları müşterekleştirmek. Hatalar canlı ilişkilerin içerisinde, eleştirel bir aradalıklarla dönüşecek, gelişecek. Bilgi, bu gelişimin dönüştürücü bir aracına dönüşecek, ona ihtiyaç duyanlar, tarihten ve deneyimden öğrenmeyi seçenler oldukça. Zaferi o gün kazanmamız mümkün.


[1] Başaran Aksu’nun çağrısıyla, farklı sektörlerden yüzlerce işçinin paylaştığı maaş durumları için bkz: https://twitter.com/Basaranaksu_/status/1471420688661716994

[2] Bu konuda, biyopolitika tartışmalarına bakmak faydalı olabilir. Bunlardan bir tanesi için, bkz: Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, çev: Barış Yıldırım, Ayrıntı: İstanbul, 2011.

[3] Bkz: Midnight Notes Kolektifi, “Yeni Çitlemeler”, Sermayenin Kaldıracı içinde, Der: Özay Göztepe, Ankara: Notabene, 2014.

[4] Wendy Trevino’dan aktaran Mikkel Krause Frantzen, “Bugünü Özgürleştirmek: Depresyonun Politikası”, Los Angeles Review of Books, çev: Umut-Sen çeviri kolektifi, Çeviri | Bugünü Özgürleştirmek: Depresyonun Politikası - Los Angeles Review of Books | Umut-Sen

[5] Başkaca örnekler için, İzmir’deki deneyimlere odaklanan şu yazıya bakılabilir: Alper Akbulut, “Bir Kalkınma Modeli ve Komünite Önerisi: Kooperatiflerle Yerelde Sürdürülebilir Kalkınma”, Yeniden Akdeniz Bülteni Komünite Özel Sayısı, 2020, ss. 68-73.

[6] Paralel bir sürecin, tarım alanındaki iki önemli kavram olan gıda egemenliği ve agroekolojinin de başına gelmekte olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bkz: İzmir’den Kır Araştırmacıları, “Korona Günlerinde Tarım ve Gıda Politikalarını Yeniden Düşünmek”, Gazete Duvar, 7 Mayıs 2020, https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/05/07/korona-gunlerinde-tarim-ve-gida-politikalarini-yeniden-dusunmek.