Biraz yalnız kalmaya, kendimizi dinlemeye hepimizin ihtiyacı var; belki o zaman özgürlük, sadakat, önemsizlik ve gitmek gibi duyguların sunulduğu toplumsal ambalajları yırtma ve bambaşka bir yerden bakma fırsatımız olur

Köpek: Bir yalnızlık manifestosu

UTKU ÖZMAKAS

Bir dönemin ruhu belki de en çok nefret ettiği ya da korktuğu şeylere bakılarak anlaşılabilir. Negatifinden, Ece Ayhan’ın tabiriyle “fotoğrafın arabı”ndan sürülecek bir iz, bizi bazen karanlığın içinden geçirse bile, sonunda manzarayı soluğumuzun kesilmesini sağlayacak “o yer”den seyreylememizi sağlayabilir. İyi edebiyatın da “o yer”lerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse iyi edebiyat tam da bu çağın korkularını yansıtarak konuşur bizimle bazen.

Etrafımızı saran sosyal medya, sosyal ağlar, mesajlaşma programları ve reklamlarında “hayata bağlanmamızı” sağlayacağını iddia edecek kadar ileri giden iletişim şirketleri de hesaba katıldığında dönemin en büyük korkularından birinin yalnızlık olduğunu söyleyebiliriz. Paul Nizon’un Köpek: Öğle Vakti Günah Çıkarma başlıklı kitabı işte tam da bu korkulan yalnızlığı ele alıyor. Yalnızlığa susamış bir adamın önce köpeğiyle başladığı, sonraysa tek başına sürdürdüğü sokaklarda yaşama macerası çerçevesinde her şeyini yitirme, geride bırakma korkusunun aslında nasıl da kof olduğunu gösteriyor. Ona bir hayatın, bir kariyerin, bir eşin, bir sevgilinin, bir dostun sunduklarını reddetmiş; kaçınmakla kaçmak arasındaki ince dengeyi bir yaşam tarzına çevirmiş isimsiz kahramanın hayatından bir kesit sunuyor kitap. Sokaklardaki yaşamı bir köpekle başlayan kahraman, eski gazetelerden okuduğu haberlerle bir yandan zamanını doldurmanın bir yolunu arıyor, öte yandan da insanın hayatındaki hangi olayın gazeteye çıkacak kadar “önemli” olduğunu sorguluyor. Önemsizlik, belki de romanın okura sunduğu manzaralardan birine giden dar bir patika. Her birimizin önemsiz hayatlarında olup biten önemsiz şeyleri ne kadar da büyüttüğümüz, kendimize -bilhassa da sosyal medya ve türevlerinde- atfettiğimiz önem düşünüldüğünde, kahraman hayatımızdaki gerçek değerler üzerine düşünmemize önayak oluyor.

Kitabın “köpek” figürü üzerinden tartışmaya açtığı bir başka mesele de sadakat. Hayatı boyunca çeşitli şekillerde sadakat örsünü üzerinde hisseden kahraman, “sadakat işkencesi”ni toplumun bireylerin ruhuna nakşettiği itaatkârlık duygusuyla birlikte ele alıyor. Bazen norm, bazen gelenek, bazense uyum maskeleri altında bireye hazır kalıplar sunan toplumsal baskıdan adım adım nasıl sıyrıldığını ve geriye kalanın çok neşeli olmasa da, dingin bir özgürlük duygusu olduğunu gösteriyor. Gölgede kalma duygusunun korkulacak değil, aksine içinde ikamet edilecek bir sığınak sunduğunu anlatıyor.

Nizon, “evi olsa bile” evsiz olan kahramanı vasıtasıyla zaman zaman yoksulluğa ilişkin sorular sorsa da, bunlar çoğu zaman kıyafet ve kir göndermeleriyle sınırlı kalıyor. Zaten kahramanın “yeni” olduğu bu yoksul dünyayı iyi bildiğini de pek söyleyemeyiz. Bir zamanlar eşi, işi, ailesi, dostları ve köpeği olan kahramanın tüm bunları geride bırakma yolculuğu sanki bir rüya efekti içerisinde anlatıldığından nedenler hakkında çok fazla bilgi sahibi olamıyoruz. Köpek: Öğle Vakti Günah Çıkarma tam da bu noktada bir “düşüş anlatısı”na dönüşüyor. Muhtemelen orta sınıftan kopup gelen bir kahramanın zarafet dolu ama boşluklar barındıran bir düşüş anlatısına… Bu nedenle “kaçış” imgelerinin (örneğin, bavul) ağırlık kazandığı satırlar tam da yolculuk esnasında altı saat doğayı izlemeye dayanamadığı halde kent hayatından sıkılıp kıra yerleşmek istediğini söyleyen bir orta sınıf zihniyetinin eleştirisine dönüşüyor. Bir şeylere sahip olanların bavulu maceraya verilen avansları andırırken, yoksulun bavulunun bir hayatta kalma aracı olduğunu anlatıyor Nizon.

Hayatını yan yollarda saklanarak geçiren kahraman, zamanla biri -bir yazar- tarafından izlendiğinin farkına varıyor ve bir “hikâye anlatıcısı”nın “hikâye sahibi olma”yı küçümseyen yalnız adamı izlemesiyle kitaba ironik bir ton da katılmış oluyor. Meçhul kalma hissinin sekteye uğramasından korkan biri, boşluğa duyduğu baş döndürücü tutkuyu tam da bu boşluğu anlamlandırarak hayatını kazanan birine nasıl anlatabilir ki? Kahramanın etrafında dolaştığı bu soru, izlenme duygusundan beslenen çağımız insanın korkusunu düşünmesi için bir imkân yaratıyor.

Düşünce tarihi boyunca yalnızlık, “bir”in varlığı değil, “iki”nin eksikliği üzerinden tarif edilegelmiştir. Oysaki yalnızlığı bir eksiklik olarak düşünmek, “yalnız”ı güçten düşürürken “uyum”u tahkim etmenin asli yoludur. Biraz yalnız kalmaya, kendimizi dinlemeye hepimizin ihtiyacı var; belki o zaman özgürlük, sadakat, önemsizlik ve gitmek gibi duyguların sunulduğu toplumsal ambalajları yırtma ve bambaşka bir yerden bakma fırsatımız olur. İşte, Nizon okuruna bu fırsatı sunuyor: İçimizin manzarasına enfes ve soluk kesici “o yer”den bakma fırsatını.