Bir reformdan söz edildiğine göre, ortada açıklanması gereken kötüye giden bir durum var demektir. Demek ki ekonomik kriz artık büyümüş, çözülemez hale gelmiş, siyasi nitelik kazanmıştır. Siyasi krizin yanıtı da siyasi olur. 24 Ocak kararlarını hatırlayanlar bilirler. Acı reçeteler, sıkı para politikaları ancak otoriteyi güçlendiren adımlarla mümkündür. Demek ki ekonomide reçete gerçek, hukukta reform hayaldir.

Köprüden önceki son çıkış

Üzülüyoruz; daha başlamadan sona mı erecek yani acı reçeteli, faizli, dış kredili, özgürlükçü reformumuz? Ünlü köşecilerimizden Nagehan Alçı’nın söylediğine göre tehlike büyüktür. AKP içinde gözden düşenler, göze girenler, girecek olanlar arasındaki tartışma, çatışma, kapışma reformları tehlikeye atmaktadır. Ekonomik krizin, bunalımın, buhranın artık adı her neyse vatandaşın alım gücündeki azalışla ilgili olmadığını tam tersine onların acı bir reçeteye daha katlanabilecek durumda oldukları varsayıldığına göre, öncelikli hedef uluslararası sermayenin rahatlaması, Türkiye’nin kârlı bir ülke olduğunun kanıtlanması değil midir? Böyle ulvi bir hedef nasıl olur da parti içi hesaplaşmaya kurban edilebilir.

Bakınız ne kadar açık ve net yazıyor Nagehan Hanım: “Son günlerde... Önceleri gayet otoriter ve şahin tonda konuşanlar bile bir anda özgürlükçü ve güvercin bir tona büründüler. Her ne sebeple olursa olsun bu hava değişiminden özgürlükçü-demokrat bir yazar olarak çok memnunum.” (Habertürk 15.11.2020) Biz de çok memnunuz. Kim memnun olmaz ki, daha özgürlükçü, daha demokratik, hukukun üstünlüğüne doğru yola çıkmış bir havayı solumaktaysak! Peki, tehlike nereden kaynaklanıyor? İşte ruhumuzu karartan tespitleri Nagehan Hanım’ın: “Devlet hukuka uysun denmesi gerekirken tam aksini savunan, ‘Devlet kafasına koyduğunu uyduruk iddianamelerle istediğini tutuklar, savcılar ve hâkimler de gerekçesini açıklar’ diyen devlet içindeki o kafa Erdoğan’a direnmeye çalışıyor.” Şaşıp kalıyor insan, ama anladım ben; varsa böyle insanlar, neredelerse, sessizce, “beraber yürüdük biz bu yollarda” diye mırıldanıyor, daha cesur olanları ise “beraber ıslanırız yağan yağmurda” diye bayrak gösteriyorlardır ihtimal.

Endişesi büyük Nagehan Hanım’ın: “İslami kesimin içinde benim boyutlarını anlamakta zorlandığım seviyede bir iç savaş var. Kim kimi tasfiye edecek kaygısı ve korkusuyla kimse sağlıklı düşünemez hale gelmiş.”

Nagehan Hanım’ın kaygılarını paylaşıyoruz. Zaten AKP içindeki bu “şahinler-güvercinler” kapışmasından da fena halde müteessiriz, karıştırıyoruz da sık sık, kim güvercin kim şahin, acaba kim kazanacak bu kavgayı diye merak içindeyiz. Nagehan Hanım’ın ne ara “özgürlükçü-demokrat bir yazar” olduğunu çıkaramasak da, kaçırdık o arayı, biz de bekliyoruz, başka ne yapalım, bekliyoruz işte. Ama bilemiyoruz; hep birlikte öteki tarafa, Devlet tarafına Devlet Bey, Çakıcı Bey taraflarına yani, geçivermezler mi yağmur çok yağarsa?

En iyisi beklemeyelim biz, başka bir gözlükle bakalım olup bitenlere.

FREKANS AYARLARI

Bir reformdan söz edildiğine göre, ortada açıklanması gereken kötüye giden bir durum var demektir. Demek ki ekonomik kriz artık büyümüş, çözülemez hale gelmiş, siyasi nitelik kazanmıştır. Siyasi krizin yanıtı da siyasi olur. 24 Ocak kararlarını hatırlayanlar bilirler. Acı reçeteler, sıkı para politikaları ancak otoriteyi güçlendiren adımlarla mümkündür. Demek ki ekonomide reçete gerçek, hukukta reform hayaldir. Hukukta reformun asıl hedefinin uluslararası sermaye olacağından da hiç kimse kuşku duymamalıdır. Yani boş beklentiler içine girilmesin diye söylüyoruz. Şimdi her şeyden sorumlu liderin güvenini kazanarak, işe yarayacaklarına inandırarak, baskıcı bir rejimin tek çıkar yol olduğunun propagandasını, pratiğini yaparak zirveye çıkanlar işin tabiatına güvenecek, mümkün olduğunca mevzilerini korumaya çalışacaklardır.

Demek ki “istifa eden” ya da “affedilen” kişi, kötüye gidişin tek sorumlusu değildir. Onun oluşturduğu yükselttiği kadrolar kuşkusuz belli bir çevrenin empoze ettiği kişilerdir ama atama kararnamelerinin bu sistemde tek imzacısı var. Tek imza tek sorumlu demektir. Ama biz Alman tarihinden ve ünlü entel hukukçu Carl Schmitt’ten beri biliyoruz ki, tek yetkilinin bir şekilde onaylanmış meşruiyetinin kaynağı nasıl kendisi ise, onun eylemi de müstesna olanın sürekliliğine tabidir; bu eylem iktidar süresince sorgulanamaz. Tek yetki demek aynı zamanda eyleme katılanlar destekleyenler açısından siyasetin olabildiğince dar bir yorumuna tabi olmak demektir. Bu dar yorum destekleyenleri sorumluluğa ortak eder ama yetkiyi paylaşma anlamı taşımaz. Acı gibi görünüyor. Ekonomideki acı reçeteye benzemese de siyasette de acı reçeteler vardır. Peki bu durum mutlak mıdır, değişmez, değiştirilemez bir durum mudur? Bunu bilemiyoruz. Bildiğimiz şimdilik liderin otoritesinin kendi kampında tartışılmaz olduğudur. Lider genişletmek için gayret edeceği saflarda aykırı ses, parazit istemeyecek, esası da üslubu da o kararlaştıracak, ne yapılacaksa o yapacak, takipçilere frekansı ayarlamak kalacaktır.

Tartışma, eleştiri, muhalefet bu kampın dışındadır, “kampın içine de girdi” yolundaki iddiaların gerçekliğini ise önümüzdeki günler gösterecektir.

LİBERAL RESTORASYON MU?

Şimdi daha önemli ve ciddi bir konuya geçiyoruz. Bu türden bir tartışma ister istemez acaba liberal bir restorasyon mu gündeme geliyor sorusunu, propagandasını akla getiriyor. Bu tür yorumlar ABD’de biraz çılgın, ırkçı, faşizan bir yönetim tarzı sergileyen Trump’ın seçimi kaybetmesi, yerine “Demokrat” Biden’ın seçilmesi ile hızlandı. ABD’de seçim sistemi, devlet yapısı, her koşulda sistemi koruyup kollayan emperyalist politikaları her zaman başarı kazanamasa da, çünkü yenilgiler de var, zamana, zemine ustaca uyduran bir sistemdir. Son yıllarda yaklaşık olarak 80’li yıllardan bu yana üsteleyen krizler pandemi ile zor zamanlara işaret etmekteyse de ufukta henüz çöküş ya da küresel bir zafiyet görülmüyor. Bu arada kimi ülkelerde otoriter yönetimlerin işbaşına geldiği, gerçi tersi de var, otoriter yönetimlerin yayılma eğilimi gösterdiği yönündedir. Kapitalizmin en gözde yöntemi olarak önceden başlamış olsa da ikinci büyük savaştan sonra sanayileşmede hızlanan ülkelerde ve çeperinde yaygınlaşan “temsil” demokrasinin marifeti, yönetimde rahatlık sağlaması, sermayenin sıkıntılarına, gereksinimlerine göre neoliberal politikalar dahil her tür politikanın izlenebilmesine olanak sağlaması idi. İkinci savaştan sonra yaygınlaştı çünkü birinci savaş sonrası Ekim Devrimi ile başlayan sosyalizm deneyi ikinci savaştan sonra Avrupa’da genişlemiş, Çin ve Küba ile küreselleşmiş ve kimi ülkelerde sosyal politikalar izlenmesi zorunluluğunu doğurmuştu.

Şimdi böyle bir siyasi konjonktür yoktur. Tam tersine krizlerle sarsılan neoliberal politikalar ayakta kalabilmek için baskıyı zoru daha fazla kullanma eğilimindeler. Yani sorguya çekilen ve soldan sert bir şekilde eleştirilen “temsili” demokrasiler, ülkeleri otoriter yönetim tarzı ile paylaşmak durumunda gibi görünüyor. Türkiye’de şimdi gündemde olan da, bakmayın siz adına hukuk reformu dediklerine; IMF damgası görülmese de, baskı olmaksızın uygulanması zor bir tür 24 Ocak politikasıdır.

***

Bu durum iki yöntem arasına sıkışmış ülkelerde liberal restorasyonun kapısını değil, solun sosyalizmin kapısını açabilir. Sosyalizme karşı Haçlı Seferini kazanan “Hür Dünya” artık yalnızca nesnel olarak çözümsüz görünmüyor, aynı zamanda çözüm yolu olarak sosyalizmin daha çok, daha geniş bir şekilde tartışılmaya başlandığına da tanık oluyor.

Tamam, otoriter yönetimlere faşizme başvurma eğilimi artık kenarda duran bir anlamda yedek yöntem olmaktan çıkmış, temsili parlamenter demokrasi de zayıflamış olsun, görünen odur ki, iki yöntem de çaresizdir. Bunun nedeni de halklar için kesin çözüm olan sosyalizmin nesnel koşullarının yeni olanaklarla olgunlaşıyor olması, kitlesel bilinç ve örgütlenme olanaklarının genişlemesidir.

Bu ikilemden bir çıkış görünüyor ufukta. Ama bu çıkış barbarlığa uzanan köprüden önceki son çıkış olmasın sakın...