“Egemen, kimin hayatta kalıp kimin kalmayacağına karar verendir” tanımlaması, yakın zamana kadar uzman kesimleri ilgilendiriyordu. An itibariyle tanım, sokağa indi, halka mal oldu! Test yaptıramayanlar, pozitif çıkıp hastanede yer bulamayanlar, evde ağrılarının dinmesini bekleyenler için egemen, artık soyut bir otorite değil. Sağlıkçılar, “yolda gelen hasta, VİP ona göre” denildiğinde, mesajı, hayatta kalması gereken biri geliyor olarak anlıyorlar! Hepimiz biliyoruz ki, bu öncelik birilerini gözden çıkarmak pahasına sağlanıyor.

Sistem, sınıfsal tercihlerini açık biçimde ortaya koyarak iflas ederken, bunun özellikle iktidarı destekleyenler indinde ne tür sonuçları olacağı sorusu kafaları kurcalıyor. Ekonomik krizle birleşmiş sağlık krizinin, AKP iktidarına destek veren kesimlerin siyasi tutumunu nasıl değiştireceği merak ediliyor.

Bu merakı gidermeye yönelik bir değerlendirme yerine, bu merakın içkin olduğu bazı kuramsal ve yöntemsel sorunlara işaret etmek istiyorum.

Türkiye siyasetinin bugün içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi en iyi özetleyebilecek kavram galiba kadercilik! İktidar karşıtı olanlar için alternatifsizlik, bir yandan iktidarın despotluğu diğer yanda muhalefetin etkisizliğiyle çerçeveleniyor. Ne var ki, bir başka düzeyde iktidarı destekleyen kesimler açısından da bir kadercilik durumu söz konusu! Başka türlü, bu derece aşınmış bir iktidarın hala destek bulması nasıl açıklanabilir ki?

Öte yandan bu iki kesimin kaderciliği esaslı biçimde farklı; iktidar karşıtı kesimin kaderciliğine damgasını vuran fiziki despotizm algısı karşısında, iktidarı destekleyen kesimin kaderciliğinin gerisinde moral despotizm bulunuyor.

İktidarı ne olursa olsun destekleyen geniş bir kesimin kaderciliğinin gerisinde bir inanç sistemi olarak dinin kötüye kullanılması görülüyor. Dini kalıplar etrafındaki düşünme biçiminin, yoksulluktan, dışlanma ve işsizliğe, yaşanan olumsuzlukları inanç sistemi içinde doğallaştırdığını öne sürülüyor. Açıklama, yoksul kitlelerinin durumunu Stockholm Sendromuna kadar vardırıyor.

Kaderciliğin hakimiyetini belli ölçülerde kabul etmekle birlikte, geri planındaki inanç sistemi temelli açıklamanın yetersiz olduğu kanısındayım! Yüzeyde görünen ortak payda din merkezli bir inanç sistemi gibi görünse de; aidiyetleri kurma işlevini görenin, bu tür örüntüler etrafında oluşan ve yaşam biçimi haline gelen ritüeller olduğunu öne süreceğim.

Kanım o ki sadakatin asıl çimentosu, inanç sisteminin ötesinde yaşamı tanımlayan, anlamlandıran maddi ve manevi ritüel haline gelmiş pratiklerdir. Dahası belli ağlar etrafında deneyimlenen bu ritüeller, bir süre sonra bir araya gelişi mümkün kılan inanç sistemini unutan ve hatta ona aykırı pratikler üreten bir özerklik bile kazanabiliyor.

Somutlamak gerekirse, çocukların istismar edildiği tarikatlara bakılabilir! Bu tür tarikatlara insanları bağlayan nedir? Söz konusu yapıya çocuğunu teslim eden babanın, tarikatı diğerlerinden farklı kılan felsefeyi çok da farkında olmadığını hepimiz biliyoruz.

Bağlılıklar, inanç sisteminden çok ritüellerin ağır bastığı ilişki ağlarına değil mi? İstismara itiraz eden babaya kimse inanç sistemimize karşı çıkıyorsun demiyor; ilişki ağlarının dışına itilerek cezalandırılıyor. Bu tür örnekleri daha genel iktidar ilişkileri için de çoğaltabiliriz. Ritüel vurgumun gerisinde kavramın ilişki ağlarını, maddi çıkarlar ötesinde tanımlamaya olanak vermesi var; altını kalınca çizmek istiyorum.

Kadercilik, insanlar kendilerini ritüellerle tanımlanmış belli ilişki ağlarının dışında düşünemediği ve davranamadığı noktada başlıyor. İktidar tabanında kopuş bekleyenlere söyleyeceğim şudur; bu ilişkilerin dışında bir dünya yaratılamadığında ya kopuş olmuyor, ya da kopuş için iktidarın iyi kopyalarına bel bağlamak gerekiyor!