Artık gözlerimize kızgın mil çektirmeye gerek duymuyor iktidar. Çünkü egemen medyanın temsil üretme aygıtlarıyla yapıyor bu işi; ürettiği temsillerle kör ediyor ve hayatı göremiyoruz

Kör ve dilsiz köstebek

Bir köstebek”; Deleuze böyle tanımlıyor iktidarı: “İktidar ne görür ne de konuşur. Sadece tüneller ağı içinde kendi yolunu, delikleri bulan bir köstebektir… Konuşmadığı ve görmediği için bizleri gördürür ve konuşturur”. Kör ve dilsiz bir köstebeğin gözleri ve diliyiz. İçimizdeki tünellerde dolaşıyor; ve bu tüneller ağının çok sayıda çıkışı vardır; dışarı açılan delikler, duyu organlarımız. Alien gibi içimize yerleşmiş; gözlerimizden ve ağzımızdan dışarı açılıyor. Biz görmüyoruz, iktidar görüyor ya da iktidar gibi görüyoruz; biz konuşmuyoruz, iktidar konuşuyor ya da iktidar gibi konuşuyoruz. Bedenlerimiz ele geçirilmiş; bedenlerimiz sömürge. Ve iktidar, bedenlerimizde kendini üretiyor durmadan. İktidarı eleştirirken bile iktidarı çoğaltıyoruz. Mevcut nesneler alanı olan sağduyunun çemberi içinde kaldığımız sürece iktidarın gözleridir gözlerimiz, ağzımız iktidarın ağzı. Sağduyuya çağırıyoruz; sağduyu, farkı yok ederek her şeyi birbirine benzetiyor ve birbirine benzeyen temsiller dünyasına kapatıyor bizi. Çünkü sağduyu tek bir yöne, yani vasata doğru gider: “En çok farklılaşmış olandan en az farklılaşmış olana, tekillikten kurallıya, dikkat çekiciden sıradan olana” (Deleuze). Bir bataklıktayız, hep aynı olanın durmadan geri döndüğü bataklıkta çürüyoruz. Sağduyunun çeperlerini çatlatıp yaşamla buluşmadığımızda iktidar dolaşacak içimizde, bir köstebek gibi. Ve konuştuğumuzu sanacağız ama konuşan iktidardır, gördüğümüzü sanacağız ama gören iktidar. Düşünmekten hiç söz etmiyorum bile.

Bolu Beyi içine giremediği ve duyu organlarından dışarı açılamadığı, daha doğrusu gördüremediği ve konuşturamadığı için gözlerine mil çektirmiştir seyis Yusuf’un. Hikâyeyi biliyorsunuz: Bolu Beyi, seyisi Yusuf’tan kendisine yağız bir at, bir küheylan getirmesini ister ama Yusuf getire getire cılız mı cılız, sıska mı sıska bir tay getirmiştir. Seyis Yusuf baktığında mevcut olanda farkı, oluşu görür, temsili değil. Oysa iktidarın bakışının merkezinde temsil var. Dünyayı dogmatik düşünce imgesiyle anlamlandırır, işine öyle gelir çünkü. Bu düşünceye göre dünya sabitliklerden kurulmuştur, olup bitmiş şeylerden; ve dünya bu haliyle yansır düşüncemize. Herkesin gördüğü ve görüp adlandırdığı sabit kimlikler. Ve iktidar bu sabit kimlikler, tuğlalarla inşa eder hiyerarşik kulesini. Seyis ise doğadan, yeryüzünden öğrenir; yüzeydeki izlerden, işaretlerden henüz ortaya çıkmamış olanı, temsil edilemeyeni, görünmeyeni, yani farkı okuyabilendir. Bolu Beyi form görürken, seyis Yusuf formun altında yeğinliklerin, fark kümelerinin bir nabız gibi attığını, formun kalıcı olmadığını duyumsar. Bu fark kümeleri içeriden mevcut formu yıktıklarında yeni bir formla karşılacak, cılız tay bir küheylana dönüşecektir.

İçimize iktidar kaçmış. Biz de baktığımızda iktidar gibi şeyleri olup bitmiş halleriyle, temsiller olarak görüyor ve iktidarın hiyerarşik kulelerine yerleşiyoruz, bir tuğla gibi. Ve temsillere güveniyor, kendi oylarımızla seçip merkeze gönderdiğimiz temsilciler aracılığıyla hayatı algılıyoruz. Ya da hayatı bizim için, bizim adımıza temsilcilerimiz yorumluyor ve inanıyoruz. Tıpkı seyis Yusuf gibi temsili değil de hayatın dönüştürücü kudretini görüp dile getirdiğinizde iktidar bir tehdit olarak algılayacaktır sizi. Çünkü dayandığı temsil ve temsilci ilişkisi çökecek. Bolu Beyi’nin seyisin gözlerine mil çektirmesinin nedeni, seyisin hayata temsil aracılığıyla değil, doğrudan bakmaya cüret etmesidir.

Artık gözlerimize kızgın mil çektirmeye gerek duymuyor iktidar. Çünkü egemen medyanın temsil üretme aygıtlarıyla yapıyor bu işi; ürettiği temsillerle kör ediyor ve hayatı göremiyoruz. Temsile dayalı dogmatik düşünce imgesiyle yakalıyor, düşünemiyoruz. İçimizdeki köstebek bizi bataklığa sürükledi, kımıldayamıyoruz. Çünkü “temsil, her şeyi dolayımlar fakat hiçbir şeyi kımıldatmadığı gibi harekete de geçirmez” (Deleuze). Hayatın akışıyla teması kesilmiş sağduyunun bataklığında temsilciler ve temsillerle birlikte çürüyoruz, boğazımıza kadar batmışız; bu yüzden dik durmak ve eğilmemek gerekli. O zaman Samuel Beckett’e kulak verelim: “Boğazınıza kadar dışkıya batmışsanız, yapacağınız tek şey şarkı söylemektir.” Biz de öyle yapıyor, şarkılar söylüyoruz.