Korku, yaşamımızı belirleyen içgüdülerden biri… ‘Büyülü fener’ yani sinema sanatı bu içgüdüden yararlanır. Siyaset dünyasının dehlizlerinde kirli hesaplar yapan diktatörlerin, otokratların da sıkça başvurduğu araçtır korku.

Korkirem balam… korkirem…

Bilenleriniz vardır mutlaka bu Azeri türküsünü: “Dalgalı fikirlerden riyakâr zikirlerden korkirem balam, korkirem” sözleri ile belleklere kazınan bu türküyü geçenlerde, İzmir Mizah Festivali’nde, tiyatrocu dost Mehmet Esen’den “Meddah” oyununda yeniden dinlerken, kahkahalar yükseliyordu salonda. İlk kez Hakkari’de dinlemiştim bu türküyü Mehmet’ten, “İstanbul-Hakkari Sanat Köprüsü”ndeki gösterisinde. Bu kez, daha da güncel bir tınısı vardı sanki, yaşamımızdaki her şey gibi, korku da güncellenmişti çünkü…

Mizah Festivalinin bir başka akşamında, sahnede sevgili Müjdat Gezen ile söyleşiyorduk. Bir ara, şunu sordum: “Mizahımız eski gücünü yitirmiş gibi geliyor bana. Usta mizahçılarımızın yazdıkları metinlerle, tiyatrocuların oynadıkları oyunlarla, hatta bir dönem sinemamıza damgasını vuran popüler komedilerle, günümüzde yapılanları karşılaştırdığımızda bir gerileme varmış gibi geliyor bana; ne dersin?” Müjdat’ın cevabı kısa ve netti: “Vallahi ben aynı soruyu bir oyuncu arkadaşıma sorduğumda, ‘korkuyorum!’ cevabını aldım”.


EGEMENLER VE KORKU

İçinde yaşadığı atmosferin sanat dünyasını etkilemesi yeni bir şey değil. Kilisenin egemenliğindeki Ortaçağ Avrupası’nda, Nazilerin iktidarı ele geçirdiği yıllarda Almanya’da, Franco İspanyası’nda, Nazi işgali yıllarında Fransa’da rejimi doğrudan ya da dolaylı destekleyen sanatçıların içine düştüğü trajik durum, Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde, Mao’nun ’Kültür Devrimi’ (!), ABD’de McCarthy’nin‘Kara Liste’ yıllarında yaşananlar korkunun egemenliğini vurgular.
Sofokles korkuya yer vermeyen bir devlette kanunların iyi sonuç veremeyeceğini, orduları yönetebilmek için korkuya ihtiyaç olduğunu, Makyavel iktidarı sürdürmek adına her yolun mübah olduğunu söyleyerek egemenlere yol göstermiştir. Filozoflarla muktedirlerin yol arkadaşlığına başkaldıranların başında sanatçılar gelir. Dünyanın sürüklendiği korku imparatorluğunu deşifre eden George Orwell’in “1984”ü, ‘distopya’nın çağdaş edebiyatın en gözde türlerinden biri olmasına yol açmıştır. Bilim insanları ve filozoflar da, tıpkı sanatçılar gibi korkunun gölgesinde yaşadılar insanlık tarihinin karanlık dönemlerinde. Socrates gibi korkuya meydan okuyanlar da vardı, Galileo gibi teslim olanlar da... Teslim olanlar, hep aynı teraneyi tutturdu: “Ben işimi yapabilmek için susmayı kabullendim”, “Ben yalnızca bir aktörüm” (Istvan Szabo’nun, Goethe’nin Faust’undan uyarladığı “Mefisto”yu anımsayın)... 19. yüzyılda başlayan bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelere karşın, bu kez başka bir korku odağı doğar: sanayi ve ticaret burjuvazisinin yarattığı işini kaybetme korkusu… Günümüzde de, siyasal otorite, çoğu kez bu odaklarla işbirliği yaparak ve kitle iletişim araçlarının gücünden yararlanarak korku ikliminin sürekliliğini sağlar. Emperyalizm, kültürel saldırılarını korku iklimi ile destekler, gerektiğinde…

Yunan felsefesinin temel direklerinden Aristo “güven korkunun zıddıdır” demişti. Platon ise, “düşman karşısında cesur olma, cesareti geliştirme kavramları ile korkunun yenilebileceği yani hayvandan farklı olarak korkulan nesne karşısında tutunulması gereken tavır, ahlaki bir söylem olarak dile getirilmiştir” (Figen Şakacı, Korku Dağları Bekler, Psikeart 19). Ama, bu söyleme uymak yerine, korkuya boyun eğmeyi seçer geniş kitleler. Neden derseniz, korku ile büyütülüyoruz… “Kırmızı Şapkalı Kız”ı evde tutmak için kurt masalları yaratılmıştır. Büyüklere ise cinli perili masallar; cehennem sopası… Korkuya boyun eğmenin en basit yolu suskun kalmaktır. Ermanno Olmi’nin başyapıtı “Nalın Ağacı”nı anımsayalım. 19. yüzyıl sonu İtalyası’nda Lombardiya’da yaşayan köylülerin toprak ağalarının zulmü karşısında suskun kalmalarını ne güzel anlatır…

KORKU MAKİNESİ

Sinema sanatının korku ile dansı da çok eskilere uzanır. İnsanın bilinçaltına seslenen, hayvanla ortak güdülerini (cinsellik, şiddet, vb) gıdıklayarak para kazanmanın kolaycılığını keşfeden yapımcıların gözde türlerinden biri olmuştur ‘Korku sineması’. Genel hatları ile bir ‘sömürü sineması’ olarak gördüğüm bu türü hiç sevemedim, hâlâ da bu filmlerden uzak dururum. Şeytan, cin, vampir, zombi filmlerinden hiç hazzetmem. Belki de, bunda çocukluğumda izlediğim ilk filmlerden biri olan ‘Uzay Canavarı’ filminin etkisi vardır.

Elbette, türün başyapıtlarını kastetmiyorum… Robert Wiene’nin “Dr. Caligari’nin Muayenehanesi”, Murnau’nun “Nosferatu”, James Whale’in “Frankeştayn”, Rouben Mamoulian’ın “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, George Romero’nun “Yaşayan Ölüler Gecesi”, Polanski’nin “Rosemary’s Baby”, Brian de Palma’nın “Carrie”, John Carpenter’ın “Halloween”, Schrader’in “Cat People”, Cronenberg’in “Sinek”, Stanley Kubrick’in “Shining” (Cinnet) , Bong Joon-ho’nun “Kar Küreyicisi” vb.

İzleyiciyi korkutmak yerine, bireyler üzerindeki korku perdesini kaldırmayı hedefleyen, tarih boyunca insanları korkutarak iktidarlarını sürdürmek isteyen kralların, başkanların kirli siyasetlerini sergileyerek tartışmaya açan filmleri hiç kaçırmam. Costa Gavras’dan Spielberg’e Avrupa ve Amerikan sinemasından pek çok ustanın filmleri var bu temayı işleyen. Sinemamızın usta yönetmenlerinden Tayfun Pirselimoğlu da son filmi “Kerr”de korku ikliminin egemen olduğu bir kasabayı anlatıyor. Bu yılın Oscar adayları arasında yer almalarına kesin gözüyle bakılan iki filmden söz etmeden bitirmeyeyim. Bunlardan ilki, Aaron Sorkin’in yazıp, yönettiği “Being the Ricardos”. 50’ler Hollywood’unda ün kazanmış bir sitcom ikilisini, Lucy ve Desi’nin kişisel yaşamları ile meslek yaşamlarındaki çalkantıları ele alan yönetmen, Lucy’nin McCarthy soruşturma komisyonu tarafından Komünist Parti’ye üye olmakla suçlandığı günleri, o günlerin korku atmosferinden yapımcıların ve sanatçıların nasıl etkilendiğini anlatıyor. Sorkin’in usta işi senaryosu, Nicole Kidman ve Javier Bardem’in yorumları ile keyifle izlenen bir yapım.

Diğer film ise, bir Netflix yapımı: Adam McKay’in yönettiği “Don’t Look Up”. İki bilim insanı tüm dünyayı yok etme ihtimali olan bir göktaşının hızla dünyaya yaklaşmakta olduğunu keşfeder ve bu bilgiyi devletin üst kademelerine iletirler. Ne var ki, ABD Başkanı bu tehlikeyi halkla paylaşmak istemez. Bilim insanları medyanın gücünden yararlanarak halkı uyandırmayı hedefler, ama medyadan da yeterli desteği bulamazlar… McKay, nice yönetmenin gerilim-korku biçemi ile ele aldığı bu temaya güldürü türü çerçevesinde yaklaşıyor. Amerikan siyasetini ve medyasını kıyasıya eleştirirken, kendi kârını halkının çıkarlarından üstün tutan, Steve Jobs benzeri bir teknoloji devini eleştirilerinin odak noktasına yerleştiriyor, siyasetçilerin ve medya mensuplarının yanı başına… Bilim insanları çaresiz kaldıklarında halka “Yukarı Bakın” diye yalvarır; yaklaşan tehlikeyi halkla paylaşmaktan kaçınanlarsa “Yukarı Bakmayın!” mitingleri düzenler… Sonuçta, göktaşı dünyaya çarpacak mı, ipucu verip seyir keyfinizi bozmayayım. Şu kadarını söylemekle yetineyim, izlemeye değer bir yapım “Don’t Look Up”; dünyamızın karşı karşıya olduğu tehlike göktaşı mı, yoksa kârlarına kâr katmak isteyenler ve ortakları, yani sistemin kendisi mi, siz karar verin artık…

Azeri türküsünü anımsayarak bitirelim: “Mezerde hortlak görirem / Bin türlü tufan görirem / Korkmirem balam… korkmirem”…