Dost-düşman ikiliğine indirgenmiş siyaset anlayışıyla sandığa indirgenmiş demokrasinin ve milli irade fetişizminin sentezi, seçimlerin bir tür iç savaş manzarası sunmasına neden oluyor. “Biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden işleyen iktidar dili, kendinden olmayanları kolaylıkla “iç düşman” olarak nitelendirebiliyor, kolaylıkla herkese “terörist, bölücü, vatan haini” damgasını vurabiliyor. Üstelik bu dili bir azınlık gruba karşı değil, toplumun en az yarısına karşı kullanıyor, bunda herhangi bir sakınca görmüyor.

Toplumsal kutuplaşmanın birtakım sahte ve yapay unsurlar aracılığıyla derinleştirilmesini ve buradan gücünü tahkim etmeyi bir strateji olarak benimseyen iktidar partisi, seçimlerde bunun dozajını da artırıyor, hem kutuplaşmayı derinleştiriyor, hem de korkuyu çoğaltıyor. Görece “normal” koşullarda gidilen tek seçim olan 7 Haziran seçimlerinin ortaya koyduğu tablo, normallikle iktidarın oyları arasında bir ters orantı olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. İktidar da bunun farkındalığıyla Türkiye’yi bir kez daha, “olağanüstü” koşullarda, üstelik resmen ilan edilmiş bir olağanüstü hal yönetimi altında seçimlere götürüyor.

Kutuplaşma ve korkutma bu seçimde de başat yöntem ancak sürenin kısıtlı olması nedeniyle bu sefer şapkadan -en azından şimdiye kadar- çıkartılabilen bir tavşan yok. Afrin Operasyonu çoktan unutuldu, Menbiç’te ABD’yle karşı karşıya gelmek zaten mümkün değildi, Kandil’e bir harekât çokça dillendirildi ama seçime sadece birkaç gün var ve belki cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması halinde denenebilir ama pazar gününe kadar o da pek mümkün görünmüyor.

Dolayısıyla elde pek malzeme yok ve bu yüzden korku bu sefer seçim sonrası için kullanılıyor. Örneğin yoksullara “Eğer biz gidersek yardımlar kesilecek” deniliyor, dindarlar “Biz gidince imam-hatipleri kapatacaklar” diye telaşlandırılıyor, sıradan vatandaşa “Bunlar köprüleri, tünelleri yıkacaklar” diye sesleniliyor, genel olarak tüm toplum seçimleri iktidar partisinin kazanamaması halinde ortaya çıkacak istikrarsızlık üzerinden korkutuluyor ve muhalif kesimlere ise aba altından “iç savaş” sopası sallanıyor.

Bu sopanın esas gösterilme nedeni ise elbette ki seçimlerin nasıl gerçekleşeceğiyle ilgili. Yani eğer seçimler bir tür hileyle kazanılacaksa ya da sonuçları tanınmayacaksa, toplumun muhalif kesimlerinin buna karşı sokağa çıkma ihtimali, daha şimdiden bertaraf edilmek isteniyor. Bunun için yandaş köşe yazarları ya da kimi bakanlar olası bir iç savaş durumunda muhaliflerin başına geleceklere dair birtakım imalarda bulunuyor, kimi sosyal medya hesaplarından silahlı mermili fotoğraflar paylaşılıyor, toplumun iradesi şimdiden teslim alınmaya çalışılıyor.

Peki bunu yapabilirler mi? Yani bir iç savaşı göze alabilirler mi? Gitmemek için her türlü şeyi yapabilecek, gözünü karartmış bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu hepimiz biliyoruz; devleti, askeri, polisi ellerinde tuttuklarını ve kullanmaktan kaçınmayacaklarını da. Hatta sokağa çıkmaya hazır birtakım paramiliter güçlerin varlığından da haberdarız. Ancak tüm bunların bir sınırı var, yapabilecekleri her şeyi bir yere kadar yapabilirler.

Neden mi? Nedeni şu: 16 yıllık geniş kapsamlı bir toplumsal mühendislik projesine rağmen, toplumun en az yarısının inşa edilen rejime itirazının olduğunu, rejim tarafından kapsanamadığını hatta tarafsızlaştırılamadığını görüyoruz. Sokakta Gezi, sandıkta ise 7 Haziran seçimleri ve 16 Nisan referandumu bunun en iyi kanıtıydı. Üstelik toplumun teslim alınamayan kesimlerinin çoğunluğunun büyük şehirlerde yaşayan, eğitimli, iş güç sahibi insanlar olduklarını biliyoruz.
Dolayısıyla bu kadar geniş bir toplamı sopayla idare etmenin birtakım sınırları var. Belki birtakım karanlık ilişkilere girişilir, hatta kan dökülmesi bile söz konusu olabilir ama Türkiye her şeye rağmen böyle idare edilebilecek bir ülke değildir. Hele bir de yaklaşan büyük ekonomik krizle birlikte, iktidarın kendi tabanında dahi çok ciddi bir meşruiyet kaybı yaşayacağı düşünüldüğünde, birtakım maceralara girişmeye hevesli olunsa bile, bunun yaratacağı sonuçları göze almak öyle kolay olmayacaktır.

Tam da bu nedenle, seçimlere üç gün kalmışken ve elbette ki seçim sonrasında da korkuya teslim olmayı gerektiren bir durum yoktur. “Artık yeter” diyen ve seçim sürecinde korku duvarını aştığını gördüğümüz bir halkın karşısında durmak öyle kolay olmayacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki, korkunun sahipleri örgütlüdür ve “Korkmuyoruz” diyenlerin en büyük zafiyeti örgütsüz olmalarıdır. Dolayısıyla korkuya teslim olmayacakların bir araya gelmesi, omuz omuza vermesi, kolektif bir aklı ve cesareti büyütmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.