Kadın, butona basacakmış; polis de imdadına koşacakmış, erkek şiddetinden korumak üzere...

Kadın, butona basacakmış; polis de imdadına koşacakmış, erkek şiddetinden korumak üzere.
İzmir’de polislerin kadına neler yaptığı, ancak aylar sonra ortaya çıkartıldı;  ancak, savcının tutumu daha da vahim.
“Kadın mı, kız mı; bilemem”; işte bu tavır, her şeyin başı: Aileden sorumlu bakan, bunu anlamıyor mu da butonlu sistemden medet umuyor; polislere bakan bakana da mı bakmıyor?
Kendimi, şeytan kılığına girmiş ya da doğrudan doğruya hilkat garibesi canlıların çığlıklar atarak, hırıltılar çıkartarak, bazen gözlerini gözlerime dikip sırıtarak, bazen kendi kuyruklarındanı ısırıp koparttıkları parçayı birbirlerinin bu arada benim de suratıma tükürerek dans ettikleri bir Orta Çağ karnavalındaymışım gibi hissediyorum: Her şey, olmaması gerektiği gibi.
Salim Uslu en ciddî ve en efendi tavrıyla geliyor, kravatlı, üstü başı gayet düzgün, Meclis’in ortasında, kürsüde konuşan milletvekilini itip kakıyor, tartaklıyor; kavga değil, resmî görevi olarak.
Meclis’i yöneten adam, makamından küfrediyor vekillere, “h...stir” çekiyor; masum, kızgınlık küfrü değil; hakaret, balgamını tükürür gibi; bu da resmî görev.
İnsanlara zehirli gaz sıkıyorlar; öldürmek için; öldürüyorlar da: “Bir tanesi ölmüş” diyor, “üzerinde durmuyorum”.
İnsanları topluyorlar, sabaha karşı evlerinden; talan ediyorlar her bir yeri; terörist ilân ettiriyorlar, kendi adamlarına.
Karnavalda tavuklar da var, anıran; pespembe bir domuz yavrusu, besili; karşıma geliyor, gülümseyerek “beni yemek istemez misin” diyor, her halde Latince…
Adamın biri, çok iddialı, “tam yedi kilo börek yedim bir oturuşta” diye, tekrar tekrar bağırıyor.
Yine Meclis İdare Amiri, gitmiş sırada oturan Kılıçdaroğlu’nun kulağını çekiyor.
Başbakan “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” diyor; az ileride Beşir Atalay’la Dr. Mengele ciddî ciddî bir şey konuşuyorlar; ama ben duyamıyorum; bu arada küçük boy hurda bir bisiklete binmiş, üzerinde açık kahve rengi arap giysileri, Montesquieu gelip “beni arıyorlarmış” diyor.
Üç beş adam, gecelik entarili, ellerinde de birer simit “ho la la; ho la la” diye bağırarak koşuşturuyorlar hoplaya zıplaya, bazen daire çiziyorlar, bazen de sekiz; orta boylu, spor ceketli birisi ise onları seyredip notlar alıyor; ÖSYM Başkanıymış. Başbakan bana bakıp, “bırak yapsın” diyor.
Yüzlerce, binlerce kişinin kafileler hâlinde tutuklanıp toplama kamplarına götürüldüğü bir ülkeyiz artık. Gazeteci, muhabir; “haber yazdı, bu terorist” diyorlar. Bir de yeni çıkarttılar, ‘kara propaganda’ diye bir şey; terör suçu addediliyor: Aynen bir Bosch tablosu; insanların peşine takılmış hortlak kılıklı engizisyon zangoçları; aklın da, insanlığın da bittiği bir yerdeyiz. Ve Fransızlar için ifade özgürlüğü istiyorlar; demokrasi diyorlar, yeni anayasa diyorlar; herkesi, arkadaş sohbetlerini dinliyorlar, insanların hatıra defterlerinden suç imal ediyorlar; insanların kendi kendine mırıldanmalarına bile sansür getiriyorlar; herkesi korkutup sindirmek yıldırmak istiyorlar ve bunlardan gerçekten korkmak lazım: Zaten görülüyor biliniyordu; ama, kendileri de ikrar ettiler, yargıyı stratejik bir araç olarak kullanıyorlar.
Akıl, izan, insaf; insana özgü ne varsa sistematik olarak tahrip edildiği bir ortam; yukarıda da, bu ortamın bana esinlediklerini, aklıma ve/veya gözümün önüne getirdiklerini doğrudan nakletmeyi denedim.
Önemli olan, teslim olmamak; bunun için de, korkmaktan korkmamak.