Frank Furedi’nin Korku Kültürü adlı eseri insanlığın acı çekerek değil, insanlara acı çektiren koşullara karşı mücadele ederek ilerlediğini hatırlamak için güzel bir durak. Çünkü bir gece “korku duvarı”nı aşmak mümkün

Korku: Bilmenin imkânsızlığı

MUNİSE NUR AKTAN

Bazı anlar vardır ki kelimelerin kaderini onlar tayin eder. Yaşadığımız zamanın ve mekânın bize verdikleri bu yazı üzerinde de böyle bir kudrete sahip oldu. Günlerin ruhumuza işlediği kedere boğulmuş soruları sorarken en eski öykülerden biri düşüyor insanın zihnine; öyle başlıyoruz sormaya. Prometheus’un hikâyesinde asıl acı olan bitimsiz bir sarmalda aynı korkuyu her gün tekrar tekrar yaşaması mıdır? Her gece yenilenen ve fakat gündüz kartallara tekrar yem olan Prometheus’un karaciğeri gibi bu sefer son diyemediğimiz bir korkunun içerisinde utanca, borca ve suçluluk duygusuna boyanmış halde devam etmek midir acı olan?

Korku Kültürü’nün yazarı Frank Furedi 11 Eylül 2001 saldırısı sonrası eserin yeni basımı için başka bir önsöz kaleme almıştır. Özellikle 80’li yıllarla beraber Reagan ve Thatcher önderliğinde yönetimleri güçlendirme adına bireyi cesaretten yoksun bırakan, güçsüzleştiren ve bir anlamda “yaratılmış” olarak adlandırabileceğimiz suni korkular yerine neyden korkmamız gerektiğini işaret eder bu yeni önsözün sonunda. Beslenme hassasiyetlerinden tokalaşmama duyarlılığına, yeni hastalık türlerinden yalıtılmış yalnız hayatların daha güvenli olduğu sanrısına kadar birçok “korku” konusunda eser boyunca eleştirilerini ortaya koyacaktır. Fakat başka bir zamanının kapısını aralayan o an gelir ve yazarın bu noktada başka diyecekleri de vardır. “Dünyayı tehdit eden şeyler ‘ne Frankenstein gıdalar’ ne cep telefonları, ne hücre araştırmaları, ne de yeni teknolojiler. (…) Biz, ‘teorik riskler’ konusundaki takıntılarımız yüzünden toplumu her zaman tehdit etmiş olan bu tür eski tip tehlikelerle baş etmeyi unutuyoruz.” der Furedi. Sanki birkaç cümle evvelinde kıyamet günü benzetmelerinin abartılı olmadığını söyleyip ardından “ama elbette dünyanın sonu gelmedi. İnsanın zorluklarla baş etme gücü son derece büyüktür.” dememiş gibi.

Frank Furedi Korku Kültürü adlı eserinde yaptığı tanımlamada beklenmedik ve öngörülemeyen bir durumla karşılaşan insanın, zihnini yoğunlaştıran bir mekanizmadır der korku için. Dahası; kişisel deneyimlerin hayal gücümüzün ve korkularımızın belirleyeni olduğunu söyler. Çünkü bildikçe, gördükçe ve dahası içinde yaşadıkça korku beslenir ve bizi kuşatır; tıpkı bugün olduğu gibi. Okuduğumuz hiçbir cümle ya da film karesi yaşamsal temas kadar etkili olamaz. Yaşadıkça aslen içinde kaybolduğumuz şeyin bilemezliğimiz ve kudretsizliğimiz olduğunu fark ederiz. Ya da Furedi’nin daha açık ifadesiyle “sadece bilememek değil, bilmenin imkânsızlığı” korkularımızı daha da büyütür.

Furedi ihtiyatlı olma halinin ya da güvenliğin kendiliğinden olumlu değerlermişçesine dayatıldığını ifade eder. Aslında çoğu zaman korkuyu sağlayan, soyut ya da somut anlamda yüksek duvarların ardına bizi iten risk ihtimalleriyle, bizi öldürecek olan şeyin birbirinden farklı olduğunu da ekler. Yönetenlerin yönetebilme adına riskten bu kadar beslenmesinin nedeni riskin nüfusa dağılımının eşitsizliklerden bağımsız olduğu, risk paylaşımının sınıfsal ve ulusal sınırları ortadan kaldırdığı yanılsamasıdır. Herkesin aynı ölçüde risk altında olduğu doğru değildir elbette. Furedi orta sınıf ve işçi sınıfı kökenli çocuklar arasında yaptığı karşılaştırmayla da riskin eşit dağıldığı anlayışının hakikati yansıtmadığını göstermeye çalışır. Risk yaratımı bir nevi bu pseudo eşitlik anlayışı ile toplumdan gelen talepleri yumuşatır ve hâkim sınıfın çıkarlarına zarar getirmeyecek bir hale getirir; bu noktada da korku egemenler için kullanışlıdır.

Korkan ve paranoyalardan oluşan dünyaya kendini bırakan birey egemenler için bulunmaz bir nimettir. Furedi, bireyselleşme süreciyle ortak karamsarlık halinin örtüşmesinin toplumsal yaşama katılmanın önemini küçümseyen bir sinizmi ortaya çıkardığını ifade eder. Mücadele etme pratiğine karşı ortaya çıkan bu güvensizlik hissi savunmasız olma inancını daha da kuvvetlendirir. Ve gerçek korku bu noktada hâkimiyetini ilan eder. Çünkü Furedi’nin de ifade ettiği gibi korkuyu asıl besleyen şey güvensizlik hissinin ve insanın yaratabileceği çözümlerin tükendiği duygusunun çakışmasıdır.

Furedi korku algısının zaman içerisinde nasıl değiştiğine dair acı ve kimlik odaklı bir vurguyu eksik etmez eserinde. Geçmişte belirli bir şiddet olayından mağdur olan kişinin kendisini kurban olarak nitelemediğini söyler. Bunun nedeni acı çekmemesi, korkmaması ya da aldığı yaraları hayatının sonuna kadar taşımaması değildir. Bireyin bu korkuyu ve acıyı bir kimlik gibi görmemesidir. Bugün kurban olma durumunun tüm yaşamımızı etkileyeceğine olan inanç korkuyu daha da beslemektedir Furedi’ye göre. Çünkü bu inanç daha çok “yardıma muhtaç” ve eylemeye muktedir olmayan birey algısı yaratmaktadır.
Yalnızlaşan ve toplumsal olmayı tüm bu korkular içerisinde reddeden birey için yabancılarla dolu ve güvensizliğin hâkim olduğu bir dünya tahayyülü ortaya çıkar. Tehlikeli ve bilinmezliklerle dolu bu dünyada bir insana güvenmek zordur. Peki, korkuyu büyütüp bizi onla yaşamaya alıştıran bu kabullenişin nedeni nedir? Furedi şöyle der Korku Kültürü’nde; insanları kendi yaşamlarının belirleyeni olarak değil de koşulların kurbanı olarak görmek bizi rahatlatır. Güzel bir yaşam anlamını kendini sınırlama ve riskten kaçınmada bulur sadece.
Kişisel bir mesafe alarak korkuya dair yazmanın
çok da kolay olmadığı sanki bitimsiz zamanlardayız. Korkunun sıradanlaştığı ve hatta anlamını bile yitirdiği bu anlarda Leviathan’a anlaşmaya uymadın ben gidiyorum dememek çok zor. Furedi’nin de ifade ettiği üzere; egemenlerin toplum müdahalesinin, mücadele yetkinliğinin etkisiz ve faydasız olduğuna ezilenleri inandırma çabası zaman zaman bizi güçsüz kılıyor ve acı çekmek fetişleşiyor. Bu anlamda Frank Furedi’nin Korku Kültürü adlı eseri insanlığın acı çekerek değil, insanlara acı çektiren koşullara karşı mücadele ederek ilerlediğini hatırlamak için güzel bir durak. Çünkü bir gece “korku duvarı”nı aşmak mümkün. Bitirirken de en eski öykülerden biri düşmeli zihnimize. Baharın gelişi ve Persophone’nin yeryüzüne çıkışı hepimize umut olsun.