İktidarınızın, başındakiyle kıçındakiyle ortasındakiyle, bilmediği ya da görmediği, görse de kültürel/zihinsel bir kabızlıkla kavrayamadığı şudur: Düşmanlarınız bittikten sonra da hiçbir şekilde umduğunuz huzuru bulamayacaksınız

Korku da bir yere kadar

ŞÜKRÜ ERBAŞ

“Bir ben değil cümle alem perişan.” Avunabilirsek eğer, böyle der bir Arguvan türküsü. Haysiyetsiz bir akılsızlık ve öldürücü bir ahlaksızlık içinden geçiyoruz. Siyasetin alanı bitti, psikiyatrinin alanını geçtik, cehennemin eteklerinde zebanilerimizi hayatlarımızla besliyoruz. Biz buraya nasıl geldik, biz burada nasıl duruyoruz, biz buradan nasıl çıkarız... bunlar artık konuşma sularını çoktan geçtiğimiz ezeli ve ebedi çaresizliğimiz. Nezaketi bir tarafa bırakırsak, ezeli ve ebedi ahmaklığımız...

Önce özetin özeti bir hikâye: Hindistan. 14. Yüzyıl. Zamanın en güçlü hükümdarı Delhi Sultanı Muhammed Tuğlak, sürekli olarak kabul salonunun duvarları üzerinden atılan mektuplar bulmaktadır. Bu mektupların içeriğinin sövme ve hakaretlerle dolu olduğu söylenir. Mektupların, alınan çeşitli önlemlere rağmen sürmesi üzerine Sultan, Delhi’de taş üstünde taş bırakmamaya karar verir. Kentte yaşayanların tümünün evlerini satın alır ve üç gün içerisinde Delhi’yi terk etmelerini, kuracağı yeni ve uzak kent Daulatabad’a gitmeleri buyruğunu verir. Gitmek istemeyenlere akıl almaz şiddet uygular. Herkes varını yoğunu bırakıp Delhi’den kaçar. Kent bomboş kalır. Yıkım o boyutlardadır ki kentin yapılarında, saraylarında, çevresinde bir kedi, bir köpek bile kalmaz. Bir gece sarayının damına çıkan Sultan, hiçbir ateşin, dumanın, ışığın görülmediği Delhi’ye baktıktan sonra şöyle der: “Şimdi artık içim rahat, öfkem yatıştı.” (Sözcüklerin Bilinci/Canetti)

İçinden geçmekte olduğumuz süreç, iktidarın topluma yaşattıkları, varlığını sürdürmek için ülkeyi sürüklediği cehennem, Tuğlak’ın azabından hiç de geri kalan bir “yönetim modeli” değil. Hatta, insanlığın kat ettiği yolu düşününce ondan çok daha zalim. Herkesin bildiğini uzun uzun saymadan, sadece şu son günlerdeki birkaç “ileri demokrasi” örneğini hatırlamak, resmin bütününü görmek için fazlasıyla yetecektir: İçerde bir milyon gazeteci ve yazar! İçerde bir milyon vatan haini siyasetçi! İçerde bir milyon yargıç! Dışarda üç milyon civarında Suriyeli mülteci. Dört milyona yakın resmi işsiz. Açıkta ya da ihraç edilmiş binlerce kamu görevlisi. Üniversiteler cehalet secdesinde! Asker, Suriye topraklarında sınır çizeceğim diye dört bir yana top atıyor, kurşun sıkıyor. Haleplileri kendi yurtlarından kurtarmak için bir Putin’e, bir İran’a ricacı gönderiyorsunuz! İçerde konuşacağınız Kürt bırakmadınız. Alkışçılarınız günde 24 saat Alevilere ve başka inançtan insanlara küfretmekten yeni bir din edindiler. Tecavüzcüler, kadından çocuğa yükselttiler marifetlerini, siz az daha bu hayasızlığı yasal güvenceye alıyordunuz! Sonunda tıp tarihine geçecek hamle de sizin yüksek ferasetinizden geldi: Dünyanın ilk cin hastanesini açtınız. Dünya zaten alçak da, memleketin yarısını da düşman ilan ettiniz! Dolar ve Euro, ele avuca gelir bir şey olsaydı çoktan hücrelere tıkmıştınız. AB 28’lisi sizi sevme konusunda pek bir zalim de, Shangay 5’lisi de sizi anlama konusunda bir tuhaf ahmaklık içinde... Mursi, Sisi, Musul, Kerkük, Bayır-Bucak Türkmenleri... anımsar mısınız, kimlerdi? Siz de derinden biliyorsunuz, topluma saldığınız korku da bir yere kadar değil mi... insanlar doğrunuza bile inanmıyor artık.

Şunları da söylemek fazla olmayacaktır: İktidarınızın, başındakiyle kıçındakiyle ortasındakiyle, bilmediği ya da görmediği, görse de kültürel/zihinsel bir kabızlıkla kavrayamadığı şudur: Düşmanlarınız bittikten sonra da hiçbir şekilde umduğunuz huzuru bulamayacaksınız. Tersine daha bir korkuyla, daha bir saldırgan, önünüze kim gelirse yemeye devam edeceksiniz. Kötülüğün şiddetten başka huzuru yoktur çünkü... Roma'nın soylu sınıfının iştahı gibi bir hastalıktır bu. Dudaklarından dökülene kadar tıka basa yiyip, sonra geğire geğire kusmak, sonra yeniden ne bulursa yemeye devam etmek. İşte bu aşamada, düşman kalmadığı için dönüp kendi kapıkullarınızı şiddetin çarmıhına gerecek, sonra da masumiyetinize inandırmak için tanrıyı kucaklayıp kendi koltuğunuza oturtacaksınız; bütün bunların, onun yüce emri olduğuna, posası eteklerinizde kurumuş kalabalığı inandırmak için...

Ey ülkemin şairleri, yazarları, müzisyenleri, sinemacıları, tiyatrocuları, ressamları... bütün bu acılara karşı, bu onur kırıcı esarete karşı, insanı varoluşundan vuran, vurması gereken bu ahlaksız şiddete karşı, sadece odanızda değil, sokakta da kurmanız gereken bir cümle yok mudur? İkinci soru çok daha kolay; varsa ne zaman kuracaksınız?