'Korku toplumlarında sorumluluk almak cesaret ister'

Fotoğraflar: Gülay Ayyıldız Yiğitcan - www.klikstudyo.com

ÖZLEM ÖZDEMİR - @ozlemozdemir

Yazar ve psikolog Gündüz Vassaf yeni kitabı ‘Boğaziçi’nde Balık’ta balıkların diliyle insanın doğaya ve kendine verdiği zarardan dem vururken, bunun topluma etkilerini yansıtıyor. Aynı zamanda İstanbul tarihinin derinliklerine çıkardığı yolculukla, tarih bilincimize eleştirel bir bakış tutuyor. Vassaf’la insan doğasından toplumsal yaşamımıza detaylı bir söyleşi gerçekleştirdik.

> 'Boğaziçi'nde Balık' yeni kitabınız. Ondan önce de 'İstanbul’da Kedi'yi yazmıştınız. Kitapları İstanbul'un imdat çağrısı olarak tanımlıyorsunuz. O imdat çığlığını biraz açarak başlayalım mı?
Çünkü biz imdat diyemiyoruz. Biz sevgimize sığınarak ya da yücelterek, başka sevdiklerimiz elimizden gittiği, kendi anılarımızla, efsaneleriyle, elimizde bir tek şehir kaldığı için onu sahipleniyoruz. Ama İstanbul dünyanın en çirkin şehirlerinden biri olma yolunda. Doğayla bütünleşen ender şehirlerden biri olan İstanbul'a giderek çirkin abideler koyuyoruz. Buna da modernleştik, kalkındık diyoruz. Hoşumuza da gidiyor. Biz de başka büyük şehirler gibi olduk, bizim de gökdelenlerimiz, alışveriş merkezlerimiz, havaalanlarımız var, Avrupa'da başka şehirlere gitmeye gerek yok diye övünüp sahipleniyoruz.

> İnsanlar modernleşmeyi yanlış mı anladı acaba?
Belki modernleşmeye aşağılık komplekslerimizi aşmanın bir yolu olarak bakıyoruz. Otomobillerimizle, kıyafetlerimizle kendimizi markalaştırarak seve seve yaşıyoruz.

> Bir psikolog olarak insanların kendini etiketlerle ifade etmesini nasıl açıklıyorsunuz?
Yalnızlık endişesi, ben olamama korkusu...

> İnsan 'ben'inden haberdar mı ki korkuyor?
'Ben'i dinlemeye vakti yok. Her şey çok hızlı gidiyor, azıcık birbirimize güldüğümüz zaman; birbirimizi deşmeden ne güzel anlaşıyoruz, sevişiyoruz diye düşünüyoruz. Oysa anlaşmadan da sevişebiliriz. Farklılılarımızla da sevişebiliriz ama buna hem vaktimiz yok hem cesaret edemiyoruz. Özgünlükle ayrışmak yerine markalar da benzeşmekten ortak bir dil oluştuyor sanki, bu bendendir gibi oluyor aynı markaları sahipleniyorsak.

> Öbürü risk demek, dışlanmanız, yalnız kalmanız demek. Türkiye'nin hâli de bana biraz böyle geliyor, ortak düşünceleri savunduğunuz zaman hayat çok kolay ama aksi halde işiniz zor.
En kolayı da, totaliter sistemlerde görülen tek tip elbiseyi giymek…

> Sistemi yaratan da insan değil mi?
Tepeden indiği kadar insanlar da sığınıyor tabii. Stalin, Mao öldüğünde milyonlar ağladı...

ACILAR TARİHİNİ BİRAZ ABARTIYORUZ

> Kitap balıkların dilinden İstanbul’un tarihine de bir yolculuk. Tarih bilmemeye de eleştiri var biraz.
Her iktidar, her ideoloji kendine göre tarih yazıyor. Biz de ona ait oluyoruz. O zaman tarih olup biteni bilmek değil, olup bittiği söylenenler çerçevesinde taraflaşma oluyor. Öte yandan acılar tarihine çok düşkünüz. Bana, işçi sınıfına, dinimize, ülkemize ne yapıldı diyerek çektiklerimizi taşıyoruz ve oradan bir aitlik kazanıyoruz. O da çok bencil, yıpratıcı ve düşmanlaştırıcı bir aitlik. Asırdan asıra, kuşaktan kuşağa eski acılar unutuluyor, yenileri benimseniyor. Türkiye son beş on yılda nice acılar ortaya çıkardı, bana da şu yapıldı, ona da şu yapıldı yarınları kurmanın önüne geçti. Bu acılar oluyor, unutuluyor; sanki raf tarihi var. Bir iki kuşak kimliklerini o acılardan alıyor. Sonra başka acılar oluyor... Bu da tarihi bilmek adını yapılıyor. ‘Ayıp, tarihini bilmiyor musun, dedene, babana ne yaptılar?’ diyorlar. O da yeni kuşakların yetişmesinde bir acı, intikam duygusu, husumet, ezilmişlik yaratıyor... Bu acılar tarihini biraz abartıyoruz...

> Acıları inkâr etmeden, hesaplaşmak isteği yerine birlikte yaşama isteğine bakılamaz mı?
Ortak noktaların pahasına oluyor üstelik bu. Bunun üzerine birleşip kafa yorsak... Birlikte şarkı söyleyebiliriz belki, ama o zaman da benim şarkım senin şarkın diyoruz. Bizim şarkımız olsun, olmaz mı? Burada mazoşizm de var maalesef...

> Siz dünyalı olmayı savunuyoruz. Bundan kastınız; sınırlar olmaması mı?
Sanki avcı toplayıcı insan daha dünyalı insandı... Doğayla daha ilişki içindeydi, tarıma geçtikten sonra mülkiyet başladı, sınırlar konuldu, bizi dünyalı olmaktan uzaklaştıran aitlikler başladı. Ulus devlet, din, soy sop işin içine girmeye başladı, bu sürdükçe kendi doğamızdan uzaklaştık. Son dönemde bunun farkına varmaya; din, ulus devlet barajlarını aşmaya başladık. Küresel Gezi dediğim bir kuşaktan bahsediyorum.

> Dijital Çağ çocuklarından bahsediyorsunuz sanırım. Başka bir algıyla yetişen bu kuşak, başka bir dünya talep ediyor gibi görünüyor.
Dijital Çağ’a, ben yeni İpek Yolu diyorum. İpek Yolu üzerinden dinler, diller, kültürler yayıldı. İnternet de yeni İpek Yolu, üstelik orada ticaret gibi çıkar ilişkisi de yok. Onun için küresel Gezi diyorum, dünyanın başka ülkelerindeki insanlar birbirine ‘hey bir şey yapalım, bir şeyler iyi gitmiyor’ diyor.

> Demokrasiye inanıyor musunuz?
Demokrasiye tabii inanıyorum ama yok!

> Bu bahsettiğiniz değişim ışığında; Türkiye'yle ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum. Seçim bitti ama kargaşası bitmiyor.
Bir partinin tırmanışı bitti gibi gözüküyor ama çok çabuk ferahlamamalıyız. Çünkü savaş ortamında yaşıyoruz. Onun için, arkamızda kaldı gibi hayallere kapılmamak lazım. Ama nefes almaya da ihtiyaç var tabii. Bir de sadece savaş ortamı da değil, demokrasi gündemi var hâlâ, üniversitelerde özgürlük yok 40 yıldır mesela. Kimse kendi yerine sahip çıkmıyor, daha büyük konularda atıp tutuyoruz. 60'lı yılların üniversitelerine bakın, bir de bugünkü üniversitelere bakın. Sorumsuz, bencil, ne özeleştiri var ne dışarıdan eleştiri. Kurumları eleştirmiyoruz, hep iktidarı eleştiriyoruz. Bir ülkenin geleceği en çok insana yatırımdan geçer. Türkiye üniversiteleri YÖK’le işbirliğinde, hocaları da kapıkulları…

> Sorumluluk alınmak mı istenmiyor?
İşte korku toplumuyuz da aynı zamanda. Sorumluluk alınca işinden, okulundan atılıyorsun, hapsi boyluyorsun, ailen dikkat et diyor... Korku toplumlarında sorumluluk almak cesaret ister... Ama o sizin sayenizde yıkılacak, kadın sayesinde demek istiyorum. Erkek ister kabul etsin ister etmesin, bu kendiliğinden oluyor. Kadının sorumluluk anlayışı çok daha paylaşımcı, yapıcı ve kendiliğinden.

ATATÜRK'Ü KULLANARAK ATATÜRK'Ü ÖLDÜRDÜLER!

> Kitapta ‘Cumhuriyet'i kurunca çeşitliliğimizi unuttuk, teke indirgediğimiz kimliğimizle övünüyoruz. Bu topraklardan geçmiş Keltler, Uygurlar, Likyalılar, Urartular asıl atalarımız olmasın?’diyor. Günümüzün en büyük sorunlarından biri bu konu. Cumhuriyet’in kuruluşunda Türk bir üst kimlik olarak kullanılan bir kavram değil mi? Eleştirinizi açar mısınız?
Genç bir ulus devlet. Osmanlı dağılınca yeni, komşularda da daha önce gelişen ulus bilincinin arkasından gelen Türk aitliğinin boy göstermesi kaçınılmazdı. Şimdi çözülmesi de kaçınılmaz. Cumhuriyet hep ileriye bakıyordu, Türk de birleştirici bir unsur olarak kullanıldı tabii ki. Benim annem Balkanlardan geliyordu, ailesi katledilmiş ama söz etmezdi. Cumhuriyet’ten ve yapılacak şeylerden, gelecekten, bilimden bahsederdi, Türkiye’de söz edilmezdi böyle şeylerden. Birbirimizin soyadını, arkadaşlarımızın babalarının mesleklerini bilmezdik. Siyah önlükleri giydiğimizde okulda kim fakir kim zengin bilinmezdi.

> Bu güzel bir şey değil mi?
Evet, çok güzel bir şeydi, birleştirici bir unsurdu. O yıkıldı, para konuşulur oldu. Şimdi tarihe bakmaya başlayınca ayrıntılar, haksızlıklar ortaya çıkmaya başladı ve bir ayrışma oldu. Dersim, Ermeni, Kürt... O ayrışmanın olması kaçınılmazdı.

> Katılıyorum ama Cumhuriyet’e haksızlık ediliyor gibi geliyor bana. Düşmanca, hatta olmasaydıya varan söylemler artmadı mı?
Tabii, o haksızlık kaçınılmazdı demek istiyorum. İkinci bir durum da; özellikle okumuş kesimde benim kuşağımla başlayan Cumhuriyet düşmanlığı. Aslında Cumhuriyet düşmanlığı değil, daha çok asker düşmanlığı, onun nedeni de darbeler.

> Darbeler de Atatürk adıyla yapılınca tabii...
Bravo. İkisi birleşti. Atatürk’ü kullanarak Atatürk’ü öldürdüler! O milli bağımsızlık anlayışı bölgedeki çatışmalarda önemli bir şeydi, o yıkıldı. Öte yandan bağımsızlık diyenler de bağımsızlıktan çok, küçük diktatörlüklerini kurmak istediler, ordu gençlik el ele sloganlarıyla 9 Mart darbe girişimi vb. Bu aydınların bir kısmı da onun bir parçası olduğu ve aldatıldıkları için acı çekince orduya, dolayısıyla Cumhuriyet’e dolayısıyla da Atatürk’e saldırıp, Erdoğan’ı da demokrat kurtarıcı olarak gördüler.

> Bir de 'Türkiye’de Cumhuriyet'le birlikte, bir yanda dinsizliğin özgürlüğünü yaşayan dilimiz aynı süreç içinde yoksullaştı da' yazmışsınız. 50'lerden sonraki siyasi eğilim ve sonra TDK'nın kapatılmasıyla dilde yoksullaşma bir gerçek ama Dil Devrimi hangi açıdan yoksulluk yarattı?
Sadece Türkiye'den bahsetmiyorum, Fransız Akademisi de aynı şeyi yaptı. Bir dil komitesi bu Fransızca'dır bu değildir diye karar veriyor. İngiltere'de Amerika'da böyle bir şey yok, dünyanın en zengin dili o yüzden İngilizce. Çünkü serbest bırakılmış, durmadan yeni kelimeler alıyor. Dil kalıcı bir şey değil. Dili biz Türkiye’de çok üst bir yere, elit sınıfın hakimiyetine koyduk.

> Peki, Arap abecesi dinsel anlamlar yüklenmiş bir dizge. Osmanlı'da halk okuryazar değil, bu abeceyle yazılmış her şeyi kutsallaştırıyor. Yeni ve laik bir devlet kuruyorsunuz, dilinizi de yenilemeniz ve devrimlerinizi bu şekilde halka anlatmanız doğal değil mi?
Osmanlı'nın son döneminde Abdülhamit çok okul açtı mesela. Modernleşmeyle birlikte okuryazara ihtiyaç olacaktı. Bir de Osmanlıca'yı öğrenmek çok zor bir şey değil. İngiltere'de din savaşları vardı, insanların %90'ı dindardı, din adına birbirilerini öldürdüler, bugün İngiltere'de kiliseye gidenler %5, Tanrı'ya inanmayanlar %60 -70 civarıdır. Bu nasıl oldu? Alfabelerini değiştirmediler.

> Anladım ama Müslüman topraklarda laik bir devlet kurmak söz konusu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna başka örnek gösterebilir misiniz?
Gösteremezsiniz ama başka hangi İslam ülkesi imparatorluk kurdu? Yoksa Hindistan'daki Babür İmparatorluğu'na bakarsanız, seküler yaşamı, şiiri, kadının yeriyle uçup gitti. Onlar da Müslüman ama sarayda bütün dinler var. Olabiliyor yani. Keza Bağdat, bilimin fışkırdığı dönemler, Avrupa birbirini keserken orada dini bağnazlıktan uzak, bilimi sahiplenen bir toplum var. Ticaret yolları ne zaman Amerika'ya gitti, kölelik başladı, burası geride kaldı. Çok daha geniş bir perspektiften bakın. Japonya'ya bakın, dilini değiştirmedi. Keza Çin. Ben kaybıma üzülüyorum, Arap, Fars kültürünü bilecektim. Osmanlı aydını biliyordu. Dilimiz yoksullaştı.

***

Türkiye hâlâ bir korku toplumu

> Tedavi etmek üzerine bir psikoloji anlayışı var. Oysa siz koruyucu ruh sağlığına önem veriyorsunuz, bu konuda ders de verdiniz. Türkiye'nin ruh sağlığı teşhisiniz nedir?
Ruh sağlığını korumanın en kolay yolu, kendini aldatmak. Onu da çok yapıyoruz. Çünkü tersi yani kendini çok sorgulamak intihara da götürebilir. İkisinin arası, kendimiz sorgulayabildiğimiz en sağlıklı ortam. Ama Türkiye hâlâ bir korku toplumu. Ya totaliter diskura sığınıyor, bilgiyi ya da yaratım yolculuğunu yapmıyoruz, ya da annesine babasına karşı gelen çocuklar gibi ergenlik çağında bocalıyoruz. O da ruh sağlığımızı koruyor ama, o sadece birlikteliğin, dayanışmanın getirdiği rahatlık. Sadece Türkiye değil dünya da böyle, küresel Gezi dışında uyurgezer gibi... Ama tersi olunca düzen temelinden sarsılıyor. Bakın Yunanistan’a! Avrupa’da, Amerika’da egemen güçler, bankalar, IŞİD’den çok referendumda olduğu gibi halkın yeter demesinden korkuyorlar.