Hollywood tür sinemasının en popüleri olsa da korku türü, film eleştirmenleri tarafından en itibarsızlaştırılan tür olmuştur. Ben onlardan hiç olmadım.

Zaten bu eleştirmenlerin aksine seyirciden gördüğü büyük ilgisi hiç eksilmeyen korku türü aynı zamanda franchise sistemine uygun yapısıyla, Amerikan sinema endüstrisinin de değerlisi olmuştur. Yer yer sekteye uğrayıp yolunu kaybettiği dönemler olsa da, Amerikan toplumunun korkularını, endişelerini ve de sosyokültürel değişimlerini beyazperdeye taşıma konusunda kullanışlı bir ayna olmuştur, hor görülen kanlı filmler (slasher) de dâhil olmak üzere. Bir metnin başka bir metinle arasındaki ilişkisini ortaya çıkarma niyeti taşıyan metinlerarasılık kuramının içerisinde fikir üreten akademik çalışmalar için de en kullanışlı filmlerin çoğu, onlarca alt türe sahip olan korku türe aittir.

METAKORKU

Amerikan Korku Sineması’nda, kendi tür yapılarına ayna tutan referanslarla gerçek ve kurmaca arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran anlatı yapısı üreten filmlere ‘‘metakorku’’ demekteyiz. Wes Craven’ın 1996-2011 yıllarını kapsayan Çığlık (Scream) serisi metakorkunun en bilinen temsilcisidir. Ama ilki değildir, ilki “Wes Craven’s New Nightmare” isimli filmdir. Şimdi bu metakorku meselesi, zamanla kendi içerisinde çağdaş ve postmodern korku türünün kodlarını görünür kılmanın ötesine de geçerek, karakterlerine aslında bir kurmacanın içinde olduklarını fark ettiren yapılar inşa eder hale gelmiştir, örneğin Drew Goddard’ın Dehşet Kapanı (The Cabin in the Wood) filminde olduğu gibi. Her dönemin, her kültürün farklı korkuları vardır; cehennem korkusu, ölüm korkusu, cinler, androidler korkusu, iklim krizi korkusu, salgın korkusu, çevre kirliliği korkusu, aile korkusu ve diğerleri gibi. Wes Craven’ın da filmleri ile sosyal buhranlara işaret ettiğini söyleyebiliriz; rüya ve gerçek arasındaki ayrımın bulanıklaştığı Elm Sokağı Kâbusu (A Nightmare on Elm Street) ve insan ile makine arasındaki ayrımın muğlaklaştığı Öldüren Sevgili (Deadly Friend) ile 20’nci yüzyılın kontrol kaybı ile kimliksizleşme bunalımı içinde bulunan bir toplum manzarasını görebiliyor olduğumuz gibi.

MEŞALE TESLİMİ

1996’da Wes Craven’in yönetmenliği, Kevin Williamson’un kalemi, Roger Jackson’ın sesi, Sidney karakteri (Neve Campbell), gazeteci Gale (Courteney Cox) polis memuru Dewey karakteri (David Arquette) ile başlayan Çığlık film serisinin yeni filmi vizyona girdi. Çığlık serisinin Wes Craven’den sonra David Bruckner’a teslim edileceğini düşünmüştüm ama Matt Bettinelli-Olpin ve Tyler Gillett ikilisine edildi. Aslına bakarsanız bugün bu üç isim birbirlerine oldukça yakın duran ve paslaşan isimler yani pek de tahminimin dışına çıkılmadığını görüyorum. Şeytanın Günü (Devil’s Due) ile aslında korku janrı içerisinde pek de iyi bir giriş yapmayan Matt Bettinelli-Olpin ve Tyler Gillett ikilisi, V/H/S isimli korku gerilim ile biraz daha iyi bir iş çıkarmışlardı. Ama bu ikilinin esas başarısı Saklambaç (Ready or Not) isimli filmle oldu. (Bu film ile ilgili yazım Saklambaç: Lanet olası zenginler!, 2019.10.12) Kevin Williamson’ın yerine ise iki kaleme devredilmiş senaryo; Zodiac ve Kurtuluş Günü: Yeni Tehdit (Independence Day: Resurgence) filmlerinin senaristi James Vanderbilt ile Saklambaç filminin senaristi Guy Busick.

YENİ KELİMEMİZ: REQUEL

İlkinden yirmi altı, sonuncusundan on bir sene sonra vizyona giren yeni Çığlık filmi, (dikkatinizi çekerim Çığlık 5 değil), için sequel (devam filmi) ile remake (yeniden çekmek) kelimelerinden “requel” diye bir kelime icat ediyor filmdeki karakterlerden biri. Karakterlerin hepsi korku türünün tüm kodlarını ezbere bilen ve bununla sürekli eğlenen gençlerden oluşmakta. Tüm metakorku durum aslında burada ne izlediğimize, kolektif olarak ne paylaştığımıza, birbirimizi ve sinemayı nasıl etkilediğimize dair hem eleştirel ve yapısal tespitlerin de altını çiziyor. Filmi çok sevdim, bir korku filmi hayranı olarak ayrı bir film eleştirmeni olarak ayrı bir sinefil olarak ayrı keyif aldım. Çığlık filmlerinin hayranlarının da takdir edeceği bir iş ortaya çıkarmış ekip. Yönetmenlerin her sahneye Wes Craven çekiyormuşçasına bakmaları, senaristlerin Kevin Williamson’ın tarzından vazgeçmemiş olmaları ve bunu metakorku içerisinde zirveye doğru ilerletmiş olmaları fark ediliyordu. Bütün mesele bu değil mi zaten sevdiğimiz şeyleri, karakterleri yeni jenerasyonlara da aktarabilmek ama aynı zamanda bunu kendini fazla ciddiye almadan kendinle dalga geçerek yapabilmek. Eski ve yeni karakterlerin birlikteliği sinemanın harikalar âlemi olması sayesinde gerçekleşiyor. İnanıp inanmamak meselesi değil birlikte bir lunaparktayız ve elma şekeri yiyoruz, elimizden kanlar akıyor, hadi keyfini çıkaralım. Diyeceğim şudur Wes Craven izlese gurur duyardı. Bu film güzel bir sinema!