Bir zamanlar en çok gençlerden korkardı iktidarlar. Şimdilerde gençlerin yerini kadınlar alıyor sanki dünyanın dört bir yanında. Bir de öteden beri tüm iktidarların her zaman korktuğu sanatçılar…

Korkunun ecele faydası

Türkiye 60 ihtilaline doğru koşar adım giderken, üniversite gençliği ‘Hürriyet!’ sloganları ile meydanları dolduruyor, dönemin baskıcı yönetimine karşı etkin bir direniş sergileniyordu. Elbette, yerleşik düzenin güçleri ve ağa babaları da boş durmuyordu. Gençlerin arasına sızan ajan provokatörler karşıt görüşlerden grupları silahlı mücadeleye yönlendiriyor, darbeye zemin hazırlanıyordu. 71 darbesinde olduğu gibi, 80 darbesinde de gençlik hedefteydi. Yaşı küçültülerek idam sehpasına gönderilen Erdal Eren gençliğe düşman bir cuntanın kurbanlarından biri oluyordu. Gençliğin, yerleşik düzene ilişkin itirazlarını dile getirdiği ‘Gezi Direnişi’nde gençler farklı görüşlere sahip olsalar da yan yana durmayı başarmışlar, bu da siyasal iktidarın korkusunu artırmıştı.


‘Gezi’de kadınların etkin bir katılımı vardı. Çocuklarını korumak için parkın çevresinde insan zinciri oluşturan annelerin görüntüleri belleğimizde taptaze duruyor. İktidarın korkusu geçmemiş olmalı ki, Gezi davasından beraat kararı çıkmasını kabullenemiyor. Bu davada Mimarlar Odası yöneticisi Mücella Yapıcı gibi cesur yürekli bir kadının savunması tarihe geçerken, sosyal medyada siyasal iktidara yönelik eleştirilerini dile getirenler arasında kadınların sayısı giderek artıyor. Popüler kültür de, bu sürece kayıtsız kalamıyor.“Bergen” gibi kadına yönelik şiddeti konu alan bir film son yılların en çok izlenen filmi oluyor. Kadınlar artık suskun kalmıyor, ülkede son yirmi yılda sekiz bine yakın kadının erkekler tarafından katledilmesine yönelik tepki giderek büyüyor. Türkiye ‘Küresel Cinsiyet Eşitsizliği’nde 156 ülke arasında 133. sıraya konumlanırken, Cumhurbaşkanının talimatıyla ‘İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılıyor, kadınlar üzerindeki baskılar artıyor, sözünü sakınmayan aydın kadınlara yönelik tehditler, saldırılar birbirini izliyor… Bu süreçte feminist hareketin daha da güçlenmesi kaçınılmazdı. 8 Mart’ta İstanbul sokaklarında yaşananlar, siyasal iktidarın kadınlardan duyduğu korkunun sonucu olsa gerek.

‘DÜŞMAN’ SANATÇILAR

Kendisini eleştiren binlerce yurttaş içinde yer alan sanatçıları ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla mahkemeye veren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna’da yaşanan acı olaylar nedeniyle bazı Batı ülkelerinde Rus kültürünün eserlerinin ve sanatçılarının yasaklanmasını eleştirmesini şaşkınlıkla karşılamamak elde değil… Tarihin bir cilvesi olsa gerek, ilk defa ülkemizin aydınları, sanatçıları ile aynı şeyleri söylüyor Erdoğan. Gerçekten de, Batı ülkelerinin akademilerinin, sanat kurumlarının tavrı anlaşılır gibi değil. Bir kısmı, tepkiler karşısında kararlarından geri adım atsa da, yapılanlar affedilir gibi değil. Bir ülkenin resmi politikası nedeniyle sanatçısını suçlamak akıl dışıdır. Dostoyevski’yi müfredattan çıkartmak, Rus orkestra şefinin görevine son vermek, ne bu sanatçıların şanına, ne de ülkesinin politikacılarına bir zarar verir; yalnızca bu kararı alanları dünya kamuoyunun önünde küçültür. Dar görüşlü politikacıların Nazi Almanyası’nın kitap yakma eylemlerini anımsatan bu türden simgesel yaptırımları asla kabul edilemez.

Diyeceksiniz ki, faşist bir çizgiyi açıkça savunan bir sanatçıya da aynı hoşgörüyle mi yaklaşalım? Onlara en iyi yanıtı okurları, dinleyicileri verecektir, hiç merak etmeyin. Nazilere sempatisini saklamamış bir yazar, Knut Hamsun’a dersini kendi yurttaşları vermemiş miydi? Ellerinde kitaplarıyla Hamsun’un evinin önüne gelen okurları, kitaplarını Hamsun’un kapısının önüne bırakıp, sessizce oradan ayrılmışlardı. Bundan daha iyi bir yaptırım olabilir mi? Elbette, bu türden konularda genelleme yapmak doğru değil. Bir dönem yanlış bir söz söyledi diye değerli bir sanatçıyı silmeye çalışmak kimseye, hiçbir düşünceye yarar sağlamaz. Sanatçı da insandır, yanlış yapabilir, fikir değiştirebilir, samimiyetlerini sorgulayamayız. Siyasi otorite ‘bağzı’ sanatçıları ‘düşman’ görürken, kendilerini Cumhuriyet’in sahibi sananların da bazı sanatçıları ‘düşman’ ilan etmesi nasıl izah edilebilir? ‘Fetöcü aydın’ listelerinin McCarthy’nin ‘kara liste’lerinden ne farkı var?

korkunun-ecele-faydasi-991026-1.



YARATICI KADINLAR

Buraya kadar, yerleşik düzene ve bu düzenin değerlerine eleştirel bir tutumla yaklaşan iki toplum kesiminden söz ettik. Kadınlardan ve sanatçılardan… İki kesimden de burjuva değerlerine sahip çıkanlar var, ama büyük çoğunluğu emekçiler oluşturuyor. İşte onları sindirmek, susturmak mümkün değil… Hele hele ortak kümede bulunanları, yani sanatçı kadınları (Kadın sanatçı’ tanımı uygun gelmiyor bana. Erkek sanatçı diyor muyuz?)…

Günümüz sanat ortamında, kadınlar önemli başarılar kazanıyor. Erkek egemen ideolojide açılan gediklerden akın akın geliyor kadınlar. Sanat Tarihi, Camille Claudel gibi pek çok kadının erkeğin tahakkümü altında ezilmesine tanık oldu. Kadın yazarların yapıtları içinde kadının özgürlüğünü savunanlar, erkekleri rahatsız edenler oldu, ama yakın zamanlara kadar azınlıkta kaldılar. Bugün de, dünya genelinde kadınların erkek baskısı altında ezilmeye devam ettiğini görüyoruz, ama artık sanatçı kadınları baskı altına almak her ‘babayiğit’in harcı değil! Simone de Beauvoir’dan Angela Carter’a uzanan bir gelenek dünya edebiyatına yön veriyor. Edebiyatımızda da İnci Aral’dan Nazlı Eray’a, Adalet Ağaoğlu’dan Oya Baydar’a, Sevgi Soysal’dan Ayşegül Devecioğlu’na, Ayla Kutlu’dan Elif Şafak’a, Leyla Erbil’den Bilgesu Erenus’a, Pınar Kür’den Müge İplikçi’ye, Tomris Uyar’dan Buket Uzuner’e, Tezer Özlü’den Aslı Erdoğan’a, Latife Tekin’den Seray Şahinler’e, Ayşe Kulin’den Sema Kaygusuz’a sayısız yazar var, yapıtlarıyla kadın özgürlüğünün bayraktarlığını yapan. Onların yapıtları, bir zamanların ‘kadın romanları’nı yazan Muazzez Tahsin’ler, Kerime Nadir’ler gibi duygu sömürüsüne dayanmıyor, kadınlara sorunlarının içinde yaşadıkları erkek egemen toplumdan kaynaklandığını ve yalnız olmadıklarını anlatıyor.

Sinemamızda da benzer bir gelişme yaşandı. ‘Altın Yılları’ olarak anılan 50’li, 60’lı yıllarda ‘kadın filmleri’ olarak anılan sayısız film yapıldı. Ama, bu filmlerin tamamı, kadının toplumdaki yerine ilişkin tipolojileri (evinin kadını ya da fahişe) yeniden üreten filmler oldu. Genellikle kadınlara hitap eden, seyirciyi ne kadar ağlatırsa o kadar başarılı kabul edilen melodram klişeleri günümüzde televizyon dizilerinde devam ediyor. Bu filmlerin daha çok kadınlara hitap ediyor olması onları ‘kadın filmi’ yapmıyor. Sinemamızın 80’li yıllarında ortaya çıkan, en tipik örnekleri Atıf Yılmaz’ın “Adı Vasfiye”, “Ah Belinda”, “Asiye Nasıl Kurtulur?”, “Mine”, “Bir Yudum Sevgi”, “Kadının Adı Yok” vb olan ‘kadın filmleri’, kadının cinsel kimliğini ve özgürlük arayışını vurgulayan, dönemine göre cesur yapımlar olmasına karşın, kadının ‘yanlış’ erkekten kurtulup özgürlüğünü kazanmasını gene bir erkeğe bağlamaları nedeniyle erkek bakış açısının sınırlarını aşamıyordu. Halit Refiğ, Lütfi Akad ve Metin Erksan kadının cinsel kimliğini ve erkek egemen toplumdaki çaresizliğini vurgulayan filmler yaparken, Atıf Yılmaz, Kutluğ Ataman ve Ümit Ünal, LBGTİ temasını işlemekten kaçınmadılar. “Çekmeceler“in ve “Bergen”in yönetmenliğini yapan Mehmet Binay ve M. Caner Alper gibi erkek bakış açısının dar kalıplarını aşabilen sıra dışı sanatçılar olsa da, genelde ‘kadın filmleri’nin kadın bakışına ihtiyaç duyduğu bir gerçek.

Geçen hafta, dünya sinemasında kadın sinemacıların giderek artan ağırlığından söz etmiştim. Sinemamızda böyle bir ağırlıktan söz etmek için daha bir süre bekleyeceğiz anlaşılan. 90’larda Tomris Giritlioğlu, Nisan Akman, Handan İpekçi, Yeşim Ustaoğlu, Canan Gerede, Işıl Özgentürk, Füruzan ve Gülsün Karamustafa’nın açtığı yolda ilerleyen Biket İlhan, İlksen Başarır, Mahinur Ergun, Handan Öztürk, Aslı Özge, Belma Baş, Deniz Akçay Katıksız, Belmin Söylemez, Senem Tüzen, Çiğdem Vitrinel, Pelin Esmer, Vuslat Saraçoğlu, Çiğdem Sezgin, Gamze Deniz Ergüven, Zeynep Dadak, Merve Kayan, Ceylan Özgün Özçelik, Gülten Taranç, Azra Deniz Okyay, Nisan Dağ, Nazlı Elif Durlu gibi isimler sinemamızda kadın emeğinin çok değerli ürünlerini verdiler, vermeye devam ediyorlar. Ama sektördeki erkek egemenliği nedeniyle yaşadıkları güçlükler, Bilge Olgaç’ın 60’lardan 80’lere uzanan serüveninde karşılaştığı güçlüklerden çok da farklı değil.

Sinema sektörümüzde senaryo yazarı, görüntü yönetmeni, kurgucu, sanat yönetmeni ve dizi yönetmeni olarak çalışan sanatçıların sayısı da dünya standartlarının epey gerisinde. Ülkemizde kadınların verdiği mücadelenin ayrılmaz bir parçası, sinemacı kadınların serüveni. Bu serüvende, bu yıl 25. yaşını kutlayacak olan “Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali” (Ankara) ve 20. yılına ulaşan “Filmmor Kadın Filmleri (gezici) Festivali” önemli bir rol üstlendi. Bu iki festivale beş yıl önce İzmir’de “Kadın Yönetmenler Festivali” de eklendi. Sinemamızın geleceğinin güvencesi yönetmenlerin ve kadın filmleri izleyicilerinin yetişmesine ciddi katkıları olan bu festivalleri yaratanlara ve yaşatanlara ne kadar teşekkür etsek az.