Sara Ahmed’in de dediği gibi duygular tek başlarına dünyayı döndürmese de kendileri sürekli dönüp dolaşırlar. Yönetenler, yönetmeyi bir teknik olarak kavradıklarından beri, bunu asla unutmadılar…

Korkup kaçmak ve korkuyla yönelmek

AÇALYA TEMEL

Kenarlara itilen, ikincil görülen ya da görmezden gelinen çoğunlukla düşüncenin tam da merkezindedir; diye yola çıkmış Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası’nda… Hep fazla “psikolojikleştirilmiş” veya “kişiselleştirilmiş” duygulu tarafımızın; kızan, korkan, aniden umutlanan ve aynı hızla kederlenen bu kırılgan yanımızın bu günlerde hayli ortalara döküldüğünü ya da “zihnimizi kuşattığını” düşünüyor olabiliriz. Sanki oldum olası ondan uzaklardaymış gibi… “Aklımızı yitirdik” sanki… “Gerilere, en ilkel yanımıza mı döndük?”. Bedenimizin fevri tepkilerini ve kırılganlığımızı oturup aşağılayabiliriz ve bunlar bizi kahredebilir (ama ne fayda).

“Darwinci duygu modeli duyguların, insanın sadece “aşağısında” değil, daha eski ve daha ilkel zamanların bir göstergesi olarak “gerisinde” de durduğunu ima eder. Darwin’in ifade ettiği gibi:

İnsanın bir zamanlar çok daha aşağı ve hayvansı bir halde olduğunu kabul etmeden, aşırı korku etkisi altındayken saçlarının diken diken olması ya da korkunç bir öfke anında dişlerini göstermesi gibi bazı tepkilerini anlamak zordur. (Darwin 1904, s. 13-4)” (Ahmed, s. 11)

Ancak mesele ani bir sesle irkilmek gibi basit ve dolaysız olmadığından yapışkan ve akışkan duygular Fanon’un beyaz adam ve siyah çocuk örneğinde olduğu gibi hiçbir zaman sınır ve kimlik de tanımadı. Her ne kadar beyaz adam ilkel ve irrasyonel olduğu iddiasıyla duygusallığı kendinden uzaklaştırmak, ilkellikle özdeşleştirdiği toplumların ve toprakların (bazen kadınsı) bir özelliği olarak kavramak istediyse de… Bazı duygular kültürün doğrudan bedenimizde açtığı birer yaraya dönüştü. Bu yazıyı kalabalık bir otobüs durağında beklerken içimizde güvercin tedirginliğiyle, fark etmeden bedenimiz kasılmış, küçülmüş, alanımız daralmış durumda ve arada etrafımıza şüpheli bakışlar atarak okuyor olabiliriz. Korku bedenin kapladığı alandan yer ve bu alanı daraltır. Buna kapladığı kamusal alanın da dâhil olduğunu görmek şu günlerde zor değil.

Burada Ahmed’in üzerinde durduğu bir noktanın önemine değinmekte fayda var. Bir “yaklaşım/yönelim” olarak duygu ve elbette duyguların kralı ve siyasal teorinin de baş tacı edileni olarak korku… Bir sokağa yaklaşırken, bize yaklaşan ve tekinsiz gördüğümüz birinin yanından geçerken duyduğumuz, yanından geçip gitmenin ardından geçmeyen, geçip gitme deneyimi ile daha da perçinlenen ve süregelen bir korku. Keşke ani bir gök gürültüsünden ya da kükreyen bir aslandan duyulan korku ve kaçış kadar basit olsaydı… Ama durum geri dönülemez biçimde karmaşıklaştı... Bize yaklaşandan korkmakla kalmıyor, şeylere ve kişilere korku ile “yaklaşıyor”, “yöneliyor” ve kaçınılmaz olarak böyle temas ediyoruz. Sonra o duygu dolaşıma giriyor ve yine kaçınılmaz olarak herkeste kendini farklı şekilde gösteren bir epidemi durumuna dönüşüyor. Hem “dıştan içe hem de “içten dışa hareket ederek” (emotion kelimesinin Latince’de emovere: hareket etmek, dışarı çıkmak, fiilinden türediğini belirtiyor, Ahmed) hem öznel hem de genelleşmiş halleriyle duygular toplumsal normları oluşturmada rol oynuyor.

“Fanon’un karşılaşmasına geri dönersek, beyaz çocuğun, yanından geçen korku nesnesinden kaçışı, onu annesinin kollarına atar, ki bu koruyucu ve güvenli bir kuşatma formu ya da dünyanın yuvaya (yuvada olma durumuna) dönüşümünü gösterir. Başka bir ifadeyle, korku nesnesinden uzaklaşma, korku nesnesinden yayılan ölüm tehdidine karşı bir savunma haline gelen sevgi nesnesine yönelmeyi gerektirir. Böylelikle yaşamın muhafazası olarak bir sevgi fantezisini hayatta tutan korkudur; fakat paradoksal bir biçimde bunu ölüm ihtimalini ilan ederek sağlar” (s.90)

Hayal edilen, paylaşılan ve örnekteki gibi güvenli alanlara kaçtığımız korku hali kültürel alanın olduğu kadar siyasetin de merkezini oluşturur. Machiavelli’den Hobbes’a birçok düşünürce korkunun siyasal kuram içinde ele alınması ilginçtir. Egemen güç korkunun ortadan kaldırılması vaadiyle, aslında onu sürdürmekten başka bir şey yapmamıştır. Sivil toplumun ortadan kalktığı doğal durum korkusu bir rıza aracı ve toplumu bir arada tutan bir yapıştırıcı olarak varlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda Ahmed’in de belirttiği gibi beden tekil olarak korkuyla küçülme etkisi gösterse de çokluklar içinde korku bedenlerin bir araya gelerek kolektif bedenle bütünleşmesine ve dolayısıyla daha geniş bir alan kaplamasına da yol açabilir.

Korku ve siyaset ilişkisi bizi doğrudan eleştirel bir güvenlik yaklaşımına götürmektedir ki, Duyguların Kültürel Politikası bu açıdan da birçok şey söylemektedir. Batı’da terörle mücadele kavramı üzerinden özgürlük alanlarının yeniden çizilmesine ve sürekli uyarılan bir güvenlik kaygısının biz olmayanı yeniden belirleyen bir sınır politikasını nasıl var kıldığına değinirken bunun Öteki ve Biz açısından ortaya çıkardığı kırılganlık halini Butler’dan da çokça yararlanarak ele almaktadır.

Kitapta korkunun yanı sıra nefret, iğrenme, acı gibi duyguların da kamusal alandaki varoluş biçimleri incelenmiştir. Bunların dışında kamusal alanda duygu meselesinin incelenmesine ön ayak olan Feminizm ve Queer teoriden ve elbette psikanaliz ekolünden de çok şey bulunabilir… Yazarın da dediği gibi duygular tek başlarına dünyayı döndürmese de kendileri sürekli dönüp dolaşırlar. Yönetenler, yönetmeyi bir teknik olarak kavradıklarından beri, bunu asla unutmadılar…