Barselona kent yönetimi 2015 yılından bu yana politikalarını ve hayata bakışını ortak çıkar ve ortak zenginlik etrafında kuran kadın belediye başkanı Ada Colau tarafından yönetiliyor.Onu oraya getiren Müşterek Barselona (Barcelona en Comu) platformuydu. Bu bütün vatandaşların özgürce girip öneride bulunup, tartışabileceği bir vatandaşlık insiyatifi. Örgütlenme modelleri, ilkeleri, tarzları ve belediyeyi aldıktan sonra halk için neler yaptıkları ya da yapmadıkları bütün dünya için önem arz ediyor. Belki de bu bilgi şu an en çok Türkiye’deki kent yönetimleri için önem taşıyor. O yüzden bu yazı dizisinde Müşterek Barselona hareketini inceleyeceğiz.

Korkusuz şehir (I): Barselona rantçılardan ve yozlaşmışlardan nasıl kurtuldu?

ALPHAN TELEK -İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (İstanPol) Akademi Direktörü, Sciences Po Paris CERİ (Uluslararası Araştırmalar Merkezi) Doktora araştırmacısı

Bize baskı yapmayı bırakacaklar

Bizi aşağılamayı kesecekler

Bizi kontrol etmeyecekler

Ve başarılı olacağız

Muse

31 Mart yerel seçimleri sonrasında Türkiye’de önemli büyükşehir belediyelerinin yönetimleri el değiştirip muhalefetin kontrolüne geçince, belediye ve belediyecilik ile iktidar arasındaki ilişki bir kez daha önem kazandı. Bir çok kişi tıpkı AKP’nin öncülü olan 1990’lı yıllardaki örneklere dikkat çekerek, şimdi onların benzerlerinin CHP tarafından yapılabileceğini ileri sürdü. Bir başka deyişle özellikle CHP Türkiye’nin dinamoları olarak adlandırabileceğimiz büyükşehirlerde iyi bir yönetim sergileyip, halkı kendine inandırabilirse önümüzdeki yıllarda Türkiye’de merkezi seviyede de yönetim değişikliğine şahit olabiliriz. Ancak bunun gerçekleşebilmesi ya da hakiki bir dönüşümün var olabilmesi için farklı bir yönetim anlayışı gerekiyor. Ortak çıkar ve ortak zenginlik kaygısı güden bir başka deyişle halk çıkarını savunan belediyecilik anlayışı rantın ve bireysel zenginlik hırsının her yere damgasını vurduğu çağımızda mümkün mü?

Daha önce Birikim dergisi, gazeteduvar, Birgün ve çeşitli mecralarda popülizm üzerine meslektaşım Seren Selvin Korkmaz yazdığım yazılarda dünyadaki diğer örneklere bakmanın çok önemli olduğunu ve durumumuzu karşılaştırmalı olarak incelemede büyük katkısı olduğunu deneyimledim. Bu yüzden yukarıdaki soruya yine dünyadan örnekler bularak incelemenin önemli katkılar sunacağına inanıyorum. Daha da önemlisi bazen burada nelerin yapılamayacağını bilmek için de dünyadaki örnekler son derece önemli oluyorlar.

24 Haziran İstanbul seçimleri sonrasında gazeteduvar’da ABD Başkan aday adayı Vermont Senatörü Bernie Sanders’in 1981-1988 yılları arasındaki Burlington belediye başkanlığına odaklanmış ve üç yazılık dizide ortak çıkar ve halkçı belediyecilikten dünyanın en güçlü ülkesinin başkanlığına bir hat çizildiğini yazmıştım. Sanders’in Burlington örneği sadece Türkiye için değil insanlık için de büyük ve önemli sosyal ve ortakçı deneyler barındırıyordu. Sanders’in sekiz yıllık belediyecilik yönetimi süresince Burlington’da yaptıkları halkçı belediyecilik için önemli açılımlar sağlıyor.

Öte yandan, Burlington nüfusu 40.000 civarında olan bir şehir. Ancak metropol olarak adlandırabileceğimiz yerlerde sosyal ve ortak çıkar gözeten örnekler söz konusu halkçı belediyeciliğin başka yönlerini bize gösterebilir. O yazıda da belirttiğim gibi elimizde zamanda ve mekanda farklı yerlere gidebilen bir periskop olduğunu hayal edelim. Bu hayali periskopu zamanda ve mekanda farklı noktalara yönlendirmenin düşünsel hayatımıza büyük katkıları olacağına inanıyorum. Üç yazıdan oluşan bu dizide ise periskopu İspanya’ya yönlendirelim ve Barselona örneğini ele alalım. Barselona kent yönetimi 2015 yılından bu yana politikalarını ve hayata bakışını ortak çıkar ve ortak zenginlik etrafında kuran kadın belediye başkanı Ada Colau tarafından yönetiliyor. Colau, Barselona tarihinin ilk kadın belediye başkanı. Colau hiç bir partiye üye değil. Onu oraya getiren Müşterek Barselona (Barcelona en Comu) platformuydu. Bu bütün vatandaşların özgürce girip öneride bulunup, tartışabileceği bir vatandaşlık insiyatifi. Bu insiyatif 2014 yılında bir araya gelen Barselonalı kent sakinlerinden oluşuyor. Bir yıl içinde Barselona belediyesinin yönetimini kazandılar. Örgütlenme modelleri, ilkeleri, tarzları ve belediyeyi aldıktan sonra halk için neler yaptıkları ya da yapmadıkları bütün dünya için önem arzediyor. Belki de bu bilgi şu an en çok Türkiye’deki kent yönetimleri için önem taşıyor. O yüzden bu yazı dizisinde Müşterek Barselona hareketini inceleyeceğiz.

Ancak bu örneği incelemek için sadece belediyenin nasıl alındığını ve nasıl yönetildiğini paylaşmak yeterli olmayacaktır. İçinde bulunulan dönem ile birlikte bunu ele almak elzemleşiyor. Bu yüzden biraz daha geriden ve daha geniş bir bakıç açısına ihtiyacımız var. Colau’nun halkçı belediye örneğini incelemeye 2008 yılından başlıyoruz. Benimle gelin.

Her şeyi değiştiren kriz: 2008

Dünya 2008 yılında önemli bir krizle karşı karşıya kaldı. Bir çoklarına göre o dönemde yaşanılan kriz kapitalizmin bugüne kadar gördüğü en büyük ikinci krizdi. İlki malum 1929 yılındaki Büyük Buhran. Bir çok kişi yaşanılan krizin sadece bir finansal kriz olduğunu söylüyordu ancak kriz gittikçe derinleşti ve finansal bir kriz olmaktan sistemin sosyal, siyasal ve bireysel boyutlarını da etkileyen bir evreye girdi. Bir bütün olarak gündelik hayat krize girdi. İnsanların gündelik hayattaki kararları, hisleri ve gelecek beklentilerini etkileyen ve onlarda tavır değişikliğine (kültürel olarak) yol açan olgular derin krizler olarak adlandırılabilir. Nasıl mı?

İspanyol bilim insanları Manuel Castells, Joao Caraça ve meslektaşları İspanya’da sürdürdükleri bir araştırma sonucunu kitap olarak yayınladılar (Sonrası: Ekonomik Kriz Kültürleri). Bu kitap Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından Türkçe’ye de çevrildi. Burada Castells ve meslektaşları 2008 finansal krizinin vurduğu İspanya’nın Katalonya bölgesinde yaptıkları saha çalışmaları sonucu insanların gündelik hayatlarında önemli değişiklikler tespit ettiler. Bunu kültürel bir değişiklik olarak adlandırıyorlar. Buna göre, krizden hemen sonra ‘kapitalist olmayan pratiklerle’ uğraşanların sayısı önemli bir artış göstermiş durumda. Söz gelimi, kendi meyve bahçesinde kendi sebze ve meyvesini yetiştirmek, evde tadilat gerektiğinde bunun için servisi aramaktansa kendi tamirini kişinin kendisinin yapması, araba ve motor bakım/tamirini kişinin kendisinin yapması, tanımadığı biri için bunları yapması ya da ona kazanç beklemeden borç vermesi, ev tadilatı karşılığında ev sahipleri ya da çiftlik sahipleriyle anlaşarak onların boş evlerinde kalmak gibi bir takım pratikler kapitalist olmayan pratikler olarak sayılabilir. Bunlar kapitalist olmayan bir başka deyişle kâr amacı gütmeyen gündelik hayat pratikleri aynı zamanda kültürel bir davranış.

Castells ve ekibine göre, bu kişilerin bunları yapmak için iki kuvvetli sebebi olabilir. Birincisi kapitalist kriz ortamında hayatta kalmak için bu öz yeterlilik pratiklerine gidilmesi olabilir. Ancak ikinci ve kuvvetli sebep insanların kapitalizmdeki yoğun güvencesizlik ve anlamsızlık hissinden sıkılarak kendilerini güvende hissettirecek dayanışma temelli bu pratiklere gitmesi olabilir.

Daha önce bireysel rekabeti, kar ve kazanç isteğini gündelik hayatlarının merkezine alan insanlar 2008 sonrasında gündelik hayatlarında artık değişik bir pratik peşinde koşmaya başlamışlardır. Çok uzağa bakmayın, özellikle son iki yıldır Türkiye’yi vuran ekonomik krizden sonra bir çok kişi kapitalist olmayan gündelik pratiklerinin sayısını arttırdı ya da arttırmak zorunda kaldı. Kendi kendine yapılan ev işleri, kendi meyve ve sebzesini yetiştirmek, kendi yoğurdunu yapmak, tadilat işleriyle kişinin kendisinin uğraşması bizim de kapitalist olmayan pratikleri ortaya koyduğumuza işaret ediyor. Peki bütün bunlar ne anlama geliyor? Kapitalist olmayan pratikleri krizden doğan bir zorunluluktan mı yapıyoruz yoksa kapitalizm sonrasına geçişin doğurduğu kültürel tavır değişikliği içerisinde miyiz? Bunu bilemiyoruz ancak bu tür gündelik pratiklerin yoğunlaşması siyasal tercihleri de etkilemekte. Belediye yönetimlerinin kent düzeyinde değişmesi bir gösteren olarak karşımıza çıkabilir. Ancak radikal dönüşümlerin ardında mutlaka giderek büyüyen ve değişen bizim ekonomik sandığımız ancak son derece kültürel pratikler bulunmaktadır. Yaşamın bir kültürel pratikler yığını olduğunu unutmamak gerekiyor, Aslında bu doğayla bir başka deyişle hayatla kurduğumuz etkileşimin adıdır. Katalonya’daki kent yönetimi değişiklikleri tıpkı Türkiye’de olduğu gibi ekonomik kriz sonrası geldi. Bunu biraz daha inceleyelim.

korkusuz-sehir-i-barselona-rantcilardan-ve-yozlasmislardan-nasil-kurtuldu-627757-1.

İspanyol çalışan: «Çarşı pazarda fiyatlar artıyor ama ücretler aynı»

2008 finansal krizi başta ABD olmak üzere pek çok ülkeyi derinden etkiledi. O dönemde Castells’lerin yaptığına benzer gözlemleri pek çok kişi sahada yapmak istiyordu. Ben de 2012 yılında İspanya’da kısa süreli akademik bir programa katılmıştım. Program 21 gün boyunca 2008 ekonomik krizinin yereldeki etkilerini ölçmeye çalışıyordu. Bizler de bu yönde eğitim alıyor ve daha sonra küçük saha araştırmaları hazırlayarak sokakta insanlarla krizin etkilerini ölçmeye çalışıyorduk. Benim olduğum yer İspanya’nın doğu kıyısında yer alan Albir adlı küçük ve şirin bir kasabaydı. Üzümü ve şarabıyla ünlü bu küçük tatil yöresi, Alicante’ye bağlıydı. Burada insanlarla yaptığım sokak görüşmelerinde beni en çok etkileyen ise bir resepsiyonistin şu cümlesi olmuştu: «Çarşı pazarda her şeyin fiyatı artıyor ama bizim ücretlerimiz aynı». Aynı kişi işsizliğin de artmakta olduğunu söylüyordu, bölgede işsizlik artıyordu. Kendisi biraz daha şanslıydı çünkü çalıştığı yerde daha eski bir çalışan olduğu için bir çok işi aynı anda yönetebiliyor ve işyeri veriminden ötürü de patronu onu kovmuyordu. Öte yandan, bölge turizmden geçiniyor, sessizliğinden ötürü özellikle de emeklilerin tercihi oluyordu. Ancak 2008 krizinin önemli etkilerinden biri de emeklilik fonlarının azalması ve güvencesizleşmesiydi. Bu yüzden bölgede emeklilere yönelik daha az ev satışı yaptığını söyleyen bir emlakçı ile görüşme yapmıştım.

Kriz kültürleri ve sosyal volkanlar

Aslında Albir’de gördüğüm ve tanık olduğum şeyler bir bütün olarak Katalonya bölgesini, İspanya’yı, güney Avrupa’yı ve çeşitli yönleriyle tüm küreyi etkiliyordu. Bu yüzden adı global finansal kriz. Kısacası, işsizlik (özellikle de genç işsizliği), artan güvencesizlik, emekli fonlarının ve güvencesinin azalması, enflasyon, durgun ücretler, işten çıkarmalar bu krizin görünen ekonomik etkilerini oluşturuyordu. Ancak her ekonomik kriz özellikle de 2008 misli olanları en az bu kadar sosyal ve bireysel etkiler taşır.

Konut sorunu yaşayan insanların sayısının artması, evden çıkarmalar, genç insanların aileleriyle kaldığı sürenin artması ya da kendi evine çıkan gençlerin bir süre sonra ailelerinin yanına dönmesi bir gümümüz kapitalizmi için bir sosyal kriz belirtisidir. Bir başka deyişle, konut krizi son yaşanılan krizin önemli bir bileşeni olarak öne çıkmış durumda. Ev kredilerini ödeyemeyenlerin, evleri ipotek altına alınanların sayıları arttı. Sadece ABD’de bu sayının 6.5 milyon olduğu belirtiliyor (Kâr için değil halk için: Eleştirel Kent Teorisi ve Kent Hakkı, 2014). Tüm bu yaşananlar bireysel varoluş krizlerini de beraberinde getiriyor. Dünya Sağlık Örgütü ve pek çok kurum dünyanın akıl sağlığının iyiye gitmediğini ve mental sorunların arttığına yönelik raporlar paylaşıyor. Son olarak Dünya Sağlık Örgütü geçtiğimiz yıl kendisine kayıtlı ülkelerde toplam 800.000 kişinin intihar ettiği bilgisini paylaştı (Medyascope). Bu her 40 saniyede bir intihar anlamına geliyor. İntiharların yüzde seksenden fazlası ise tarım ilacı ile gerçekleşmiş. Söz konusu ekonomik ve sosyal zorlukların bireyleri sonuna kadar yıprattığını ve onları bir çıkmaza sürüklediğini söyleyebiliriz.

Üstüne üstlük, yaşananlar karşısında krizin çıkmasına sebebiyet veren banka yöneticileri, finansçılar ve sorumluluğu olan yetkililer siyaset tarafından korundu, ödüllendirildi, bonuslar verildi ya da dokunulmadı. Bedeli ödeyen halk oldu. Tıpkı 2001 ekonomik krizindeki Türkiye gibi. Bankaları hortumlayanlar hiç bir bedel ödemediler, bütün bedeli halk ödedi, fakirleşerek ve akıl sağlığını yitirerek. 2001 yılında Türkiye’de büyük bir sosyal hareket oluşmadı ama sadece bir yıl sonra siyasal sahne baştan aşağı yenilendi ve henüz 2001 yılında kurulan AKP sadece bir yıl içerisinde Türkiye’de oyların yüzde 34’ini aldı ve mevcut baraj sisteminin de nimetlerinden faydalanarak (CHP ile birlikte) tek başına iktidarı aldı. Bu toplumun patlama noktasına gelen enerjisini soğuttu ve AKP’nin hamleleleri sosyal patlama riskini azalttı.

Ancak İspanyol sosyo-politik sistemi 2008 sonrası aynı şansa sahip değildi. Öte yandan 2008 finansal krizi ve ertesinde yaşanan süreç Türkiye’nin 2001’de yaşadığından daha ağırdı. İspanyollar kısa sürede büyük bir fakirleşme yaşarken, bir yandan da her kriz döneminde olduğu gibi zenginlerin daha da zenginleştiğine tanık oldular. Fransız akademisyen Thomas Piketty ve meslektaşlarının yaptığı çalışmalar tüm dünyada ekonomik – bununla birlikte sosyal - eşitsizliklerin 2008’den sonra önemli oranda arttığına işaret ediyor. Bu aynı zamanda toplumsal karşı çıkışların bir başka deyişle sosyal volkanik kuşağın hareketlenmesi anlamını taşıyor.

Çok geçmeden biriken sosyal enerji kendine 2011 yılında bir çıkış noktası buldu ve İspanya hareketlendi. Gezi hareketine benzetilen öfkeliler (Indignados, indignar fiilinden gelmektedir, öfkelendirmek anlamında, Fransa’daki muadili ise indignez-vous idi, öfkelen hareketi) hareketini yaşadı İspanya. Milyonlarca insan sokağa çıktı. Milyonlarca İspanyol genci özellikle de Katalonya bölgesini etkileyen sosyal hareketliliğe katılmıştı. İnsanların bu hareketlere katılmalarının bir çok sebebi vardı ama siyasal ve sosyal adaletsizlik iki esas neden olarak karşımızda yerini alıyor.

Düzmece demokrasi ve artan eşitsizlikler

Gündelik hayatta doğrudan hissedilen fakirleşme, artan sosyal eşitsizlik ve güvencesizlik ile gündelik hayatı etkileyen karar-alım mekanizmalarının dışında kalma hali insanları sisteme karşı ses çıkarmaya yönlendirdi. Meslektaşım Seren Selvin Korkmaz ile popülizmin yükselişinin sebeplerini incelediğimiz ve çeşitli dillerde çevirileri de yapılan yazılarımızda, popülizmin yükselmesinde siyasal ve sosyal adalet eksikliğini en temel sebepler olarak ileri sürmüştük (Korkmaz ve Telek, The Origins of Populism: Bogus Democracy and Capitalism).

Siyasal adaletsizlik gündelik hayatı kısacası hayatımızın bütün akışını etkileyen kararların sistematik olarak dışında bırakılma durumu (Dört yılda bir yapılan seçimler ve yozlaşmış siyasal ilişkiler demokrasinin kendisi değildir ya da olmamalıdır, demokrasi bundan fazlasıdır). Bununla birlikte bu kendini batı-dışı örneklerde hak ihlalleri olarak da gösterebilir diye altını çizmiştik. Yine bu kararlardan ve sistemin doğasından kaynaklanan eşitsizliklerden ötürü onurlu bir hayat sürmeye yetecek temel ihtiyaçların bile karşılanamaması ve piyasa karşısında yapayalnız kalma durumu olarak da sosyal adaletsizliğin varlığını vurgulamıştık. Bu iki olguyu farklı örnekler (Macaristan, Hindistan, ABD, İngiltere, İtalya) üzerinde incelemiş ve çoğunlukla birlikte yol aldıklarını ancak coğrafi, tarihsel ve siyasi şartlara bağlı olarak bazen birinin bazen diğerinin öne geçebildiğini ya da sorunun esas kaynağı gibi davranabildiğini iddia etmiştik. İspanya’da 2008 sonrasında sorun her ikisi de ancak sosyal adaletsizlik çok daha önemli bir sebep olarak öne çıkmıştı.

İspanya’da milyonlarca insanın katıldığı sokak hareketleri haftalarca sürdü, gençler şehrin büyük meydanlarını ele geçirdiler ve buraları kendi kelamlarıyla söyleyecek olursak işgal ettiler. İşgal hareketleri adını da alan bu sosyal hareketlilik kapitalizmin nereye doğru evrilebileceğine yönelik de önemli işaretler sunuyor ancak yazımızın konusu değildir. İşgal ettikleri meydanlarda forumlar ve semt meclisleri aracılığıyla insanlar doğrudan demokrasinin özünü gerçekleştirme imkanı buldular. Buradan bir hareket doğdu: 15-M. Bu hareket, sokakları ve insanları örgütlemeye başladı. Yeni bir güven ağı tesis ediliyordu.

Çifte hareket

Burada Karl Polanyi’nin double movement (çifte hareket) kavramını hep önemsedim. Polanyi kapitalizmin piyasa ve kâr mantığını toplumun kalbine yerleştirmek istediğini ve bu doğrultuda her şeyi alınabilir ve satılabilir konuma getirerek (kullanım değerinden ticari değere geçmesini sağlayarak) toplumun bütün değerleriyle oynamak istediğini vurgular. 1980 öncesinin nispeten örgütlü toplumlarında dayanışma ve düşeni ayağa kaldırma motivasyonu kapitalizmin 1980 sonrası atılımlarıyla yok edilmiş ve bunun yerine me first (önce ben!) kültürü getirilmiş ya da yaygınlaştırılmıştır. Kapitalizmin bu hareketi karşısında insanların varoluşsal bir krize girdiğini söylemek zor değil. Paraya ve güvenceye ulaşanlar dahi (yöneticilik kısmına gelenler dahi) sistemin anlamsızlığı ve karakteri parçalayan doğasını derinden hissediyor ve görevlerini bırakıp bir an önce diğerkam işler yapmak ya da kendine zaman ayırmak için çabalıyor. (Prekarya konusu için yaptığım derinlemesine görüşmelerden biri Türkiye’de üst düzey bir banka yöneticisinin yönetim kurulundan istifa edip, kendine zaman ayırmayı talep etmesi buna bir işarettir).

Bunların artık toplumsal ve küreselleşmiş hisler olduğunu pek çok coğrafyanın kaderlerinin ortaklaştığını ortaya çıkan sosyal hareketlerden dolayı biliyoruz. Toplum kapitalizmin kendi mantığını yerleştirmesine karşı savunmaya geçiyor ve tepki veriyor. İşte bu da karşı hareketi ya da karşı kültürü oluşturuyor. Savaşım ve geleceğin mücadelesi tam olarak bu noktada doğuyor. Sosyal hareketler ve patlamalar çoğunlukla bu tepkilerden birini oluştururken, kapitalist olmayan gündelik hayat pratiklerine gitmek de kapitalizmin hareketi karşısındaki bir savunma cephesini oluşturuyor. Birleşik ve örgütlü bir tepkiden ziyade içdürtüsel ve hayatta kalma motivasyonu ile verilen ilk tepkiler bunlar.

Ancak İspanya örneği şunu gösteriyor: İspanyol gençleri Türkiye’de gezi hareketi katılımcılarının yapamadığını yaptılar ve siyasallaştılar. Bu yazıda bunu ele alacağız. Şu an Barselona Belediye Başkanı Ada Colau’yu aday gösteren vatandaşlık platformu Barcelona En Comu (Müşterek Barselona, BECU) hareketinin programında şöyle deniyor: «Bizler sokakları aldık, bizler meydanları aldık, ama kurumları da almalıyız (Oralarda da olmalıyız anlamında söylüyor)». Öte yandan, İspanya’daki sosyal patlamanın içinden aynı zamanda Podemos (Başarabiliriz) hareketi de çıktı ve kısa sürede ulusal seviyede son derece önemli bir parti haline geldi. İspanya’da bir çok belediyenin kazanılmasında Podemos’un yukarıda bahsettiğim vatandaş platformlarına verdiği destek biliniyor. Peki neden Türkiye’de bu hareketlere girişilmedi? Elbette bunun pek çok nedeni var. Ama en önemli sebeplerden biri Türkiye’de bir sosyal hareket meydana geldiğinde devletin buna verdiği tepki ve yaratılan kamuoyu algısı ile İspanya’daki tepki ve algının son derece farklı olması.

İspanya’da direniş kültürü dediğimiz olgu iç savaş günlerinden bu yana (Franco rejimi ile hesaplaşma da buna dahil) önemli bir sosyal eşiği geçmiş durumda. Ancak Türkiye’de aynı kültür tabir-i caizse en çok dayak yiyen fenomenlerden biri. Siyaset mekanizmasının Cumhuriyet tarihinde ama özellikle 12 Eylül sonrasında söz konusu kültürel pratikleri taşıyanlara yönelik hayat karartan müdahaleleri böyle bir kültürün taşıyıcılarını ister istemez sınırlandırılmış durumda bırakıyor.

Türkiye’dekinin tersine İspanya’daki siyasallaşma önemli siyasal ve sosyal platformlarda örgütlenmeye gitti ve bunun sonucunda saygı duyulan ve etkileyebilen ulusal ve yerel kazanımlar elde edildi. Sokak ile kurumları birleştiren kombinatif bir siyaset biçimi pek çok kişiye göre sosyo-politik olarak dönüştürücü özellikler sergileyecekti. Buna bir ayağı kurumlarda ve binlerce ayağı ise sokakta diyorlar. Merkezi düzeyde kamuoyunu etkileyen, alternatif politikalar üreten, güçsüzleri güçlendirecek taleplerin Ulusal Meclis’te gardiyanı rolüne bürünmek işin bir yönü. Bunu Podemos yapıyor. İktidarı almasa bile söylemleriyle gündemi değiştirebiliyor. Önemli bir sosyo-politik güç. Öte yandan, yerel düzeyde kent belediyeleri için, var olan sistemik partilerin dışında alternatif adaylar göstermek ve bunların kazanması için çalışmak, kazanma durumunda kenti dönüştürecek (kar odaklı olmaktan çıkarıp halkçı işler yapacak bir programla yol almak) bir belediye yönetimi sergilemek de bir başka yönetim çabası olarak öne çıkıyor. Önümüzdeki ikinci yazıda Barselona’daki Müşterek Barselona (Barcelona en Comu) hareketine ve belediye yönetimini nasıl aldığına odaklanacağız.