Ayfer Tunç, “her şey olmak isterken hiçbir şey olamayan, gün gün, adım adım hem servetini hem kendini tüketen bir adamın, Osman’ın hikâyesi”ni anlatıyor.

Korkuyla sakatlanmış bir adamın hikâyesi

Hande ÇİĞDEMOĞLU

İnsanın çekirdeğindeki en masum duygudur korkmak. Öyle ki pek çok davranışın, pek çok sonucun gizli ya da görünür sebebidir. Kimileri korktuğu için mücadele eder, kimileri kendini saklar, kimileri ise hayatının resmini bu duygunun esaretinde çizer. “Korkarak yaşıyorsan sadece hayatı seyredersin” diyor ya Nietzsche, işte kimileri de olan biteni izlemekle yetinir. Bu kendi yaşamı olsa bile…

“Yaşamım düşündüklerimi unutmaya, uyumlu olmaya çalışmakla geçti. Uzlaşamadığım tek şey kendi yaşamım oldu.”

Ait olma, değer görme, sevilme ve kucaklanma ihtiyacının tüm benliğini sardığı, bu ihtiyacın ömürlük bir korkuya dönüşerek kendi yitişine sebep olduğu bir hikâyenin sahibi hatta izleyicisi Osman. İstanbul’un güzide bir semtinde, varsıl ve saygın bir babanın oğlu olarak büyümüş. Mühendislik eğitimi almış bir müzisyen, yaşamındaki her kareyi hedonist bir tavırla karşılayan, yakışıklı ve yetenekli bir adam. Oysa bu göz alıcı hikâye, bir hafriyat kamyonunun altında alabildiğine acıklı bir şekilde bitiyor.


Çağdaş Türk Edebiyatı’nın en üretken ve başarılı isimlerinden Ayfer Tunç, “her şey olmak isterken hiçbir şey olamayan, gün gün, adım adım hem servetini hem kendini tüketen bir adamın, Osman’ın hikâyesi”ni anlatıyor.

Roman, Ella Caz Kulübü valesi Kamil Dere’ye sorulan soru ile başlıyor. Başlarda soruyu soran kişinin emniyet mensubu, yanıtlayanların ise sorguya alınmış görgü tanıkları olduğunu düşünüyoruz. Çünkü ortada kaza, intihar hatta cinayet olup olmadığı belirsiz bir ölüm vakası var. Soruları soranın romanını yazmak için araştırma yapan bir yazar olduğunu öğrendiğimizde şaşırmıyoruz çünkü yalın ve net soruların yanıtlarını okurken merak ettiğimiz asıl konu Osman’ın kimsesiz ölümünden çok korkuyla sakatlanmış, kaybolmuş, olmamış, olamamış bir adamın bizzat kendisi oluyor. Sonunu baştan okuduğumuz roman lezzetini Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi’sinden biliriz. Osman’da da okurda bu ilgiyi taze tutan canlı ve yalın bir anlatım, zaman ekseninden sapmadan uzun döneme yayılmış dâhiyane bir kurgu var.

Yazarın onu tanıyan hemen herkesle görüşmesiyle ortaya çıkan notlar ve Osman’ın defterlerindeki yazılarla dönüşümlü olarak anlatılıyor olan biten. Peki, saf gerçeği kimden, nasıl öğrenebiliriz? Suretini olduğu gibi görmekte zorlanan kişinin kendinden mi, onu iyi tanıdığını düşünülen dostlarından mı, aynı kandan olduğu için paye verilen ailesinden mi yoksa onu uzaktan gözlemlediği için düşüncelerinin nesnelliğine inandığımız yabancılardan mı? Bütün bunlar içinde kötücül ve öznel yaklaşımlarla doğal iyiliği içinde barındıranları birbirinden nasıl ayıracağız? Ya kendi önyargılarımız? Hani o öğretilerle donanmış, kimi kaskatı halde yerine mıhlanmış, kimi gizlenmiş önyargılarımız? Ayfer Tunç, tanrısal anlatım yerine pek çok farklı karakterin yanıtları ve Osman’ın defterlerini ortaya koyarak seçtiği bu teknikle bizi gerçeğin muğlak haliyle baş başa bırakıyor. Hangi sebebin hangi sonucu doğurduğuna kesin yargılarla ulaşmak yerine, tıpkı Osman’ın kendisi gibi biz de onun hayatını öylece izlemeye koyuluyoruz.

Roman, 90’lı yıllardan bugüne kadar İstanbul’un Nişantaşı başta olmak üzere muhtelif semtlerinde geçiyor. Karakter ve hikâyelerini, içinde bulunulan dönemin yaşam tarzı, kültürel yapısı, popüler akımları ile birlikte okuyoruz. Kalburüstü olarak nitelendirilen, eğitimli ve varsıl insanların yaşam tarzlarına yakından tanık oluyoruz. Bu renkli ve ayrıntılı detaylar, romanın dekorunu oluştururken, Osman’ın iç dünyası, ailesi ve çevresindekilerle olan ilişkileri yalın ve açık bir şekilde önümüze seriliyor. Bununla birlikte milenyuma giren bir ülkede, özellikle kent yaşamındaki sosyal ve ekonomik değişimin, bir anlamda yaşanılan kaosun izleri açıkça ortaya seriliyor. Böylece insanın yaşamında ailesi ve bağlı olduğu sosyal çevrenin yanı sıra içinde bulunulan ülkenin durumunun onun hayatının akışına nasıl doğrudan bir etki ettiğini fark ediyoruz.

“Eski defterlerimi okurken yarından önceki hayatım bana çok acı verdi. Hiçmişim meğer, yalnızca yaşamın getirdiği üzüntüleri umutsuzca göğüslemeye çalışan birisiymişim. Yarından önceki yaşamımı yok ettim.”

Romanda Osman’ ın kişilik yapısını ortaya koyan pek çok detay var. Çok düşkün olduğu annesinin genç yaşta ölümü, özellikle babasıyla ve kardeşiyle olan sorunlu ilişkileri, hayatı boyunca gerçek sevgiye, ilgiye aç bir savruluşun temellerini atıyor. Babası hayattayken gün yüzüne çıkamamış bu öfke ve kırgınlık, ne yazık ki babası ile birlikte toprağa girmiyor. Hayal kuran ama hayalleri için mücadele etmekten yoksun, zayıf bir karakter olarak tanıyoruz Osman’ı. Sonu gelmez sanılan bir servetin içinde arkadaşları, sevgilileri, hızlı ve renkli yaşamı ile bağını asla kopartmadığı Nişantaşı’nda yaşayan Osman’ı, kendi deyimiyle “okun sürekli aşağı gösterdiği bir çizgi olan yaşamını, sürekli ve tutarlı düşüşünü” izliyoruz. Yazarın bunca renkli kültürel detay içinde ve böylesine net bir kurguyla derin bir psikolojik çözümleme yaratması hayranlık uyandırıcı.

Eylül ayında Can Yayınları tarafından yayınlanan Osman, yazarın Kapak Kızı (1990) ve Yeşil Peri Gecesi (2010) ile başlattığı zincirin son halkası olarak kabul ediliyor. 504 sayfalık bu roman dili, kurgusu ve meselesi ile adı uzun süre anılacak bir eser olmaya aday.