Gemi batarken hepimiz tehlikedeyiz ancak parası olan, tuttuğu kayıklarla yoluna sorunsuz devam edebiliyor. Dolayısıyla virüs yayılırken toplumsal sınıf gözetmese de salgından korunmak ve tedavi hakkına sahip olmak sınıfımıza göre şekilleniyor.

Korona ertesi; başka bir dünya mümkün mü?

İlda Alçay Sepetoğlu

Şu sıralar en sık kullandığımız cümle 'Covid-19 hızla yayılıyor.’ Virüsün bireysel yaşamlarımıza etkisi oldukça tehlikeli bir hal almış ve ölüm oranları hızla artarken küreselleşen kaderimiz için de aciliyetli sorular gündeme gelmeye başladı. Karantina günleri bittiğinde bulduğumuz dünya, bıraktığımız yer olacak mı? Gündelik pratiklerimiz, olağanlaştırdığımız akış içerisinde eski yerini bulabilecek mi? İktidarların sağlık politikaları nasıl şekillenecek ve toplumsal etkileri ne olacak? Pandemi karşısında topyekûn bir kurtuluş mümkün müdür? Kamuculuk ve dayanışma yeni bir siyasal sistemin kuruculuğunu üstlenecek, toplumsal örgütlenmeye dönüşebilecek mi? Bu soruları yanıtlamak şimdilik zor olsa da uzun vadede vereceğimiz cevaplar ve geliştireceğimiz pratikler, önümüzdeki seçeneklerde tercih hakkımızı da güçlendirecek gibi duruyor.

Koronavirüs sadece toplumları değil, siyasi iktidarları da ansızın yakaladı. Ancak bu süreçte birkaç şeyi daha iyi anlamaya başladık: Küreselleşen dünyada artan bireyciliğe ve yalnızlığımıza karşı, aslında ortak bir kaderin bileşenlerini oluşturuyoruz. İlk önce Çin’de görülen ve ardından tüm dünyaya yayılan bir virüse karşı, salgının neredeyse hiç görülmediği Küba, aşı üretimi için kolları sıvıyor, dünyanın pek çok yerine doktor gönderiyor. Çin’den gönderilen tıbbi malzemeler İtalya’daki hastalara, dayanışma için ulaştırılıyor. Ülkelerin aldığı tekil her tedbir, kendi sınırlarını aşarak diğerlerinin de geleceğini belirliyor.

Öte yandan aynı kaderin, toplumsal sınıflarımıza göre farklı sonlar çizdiğini fark ettik. Gemi batarken hepimiz tehlikedeyiz ancak parası olan tuttuğu kayıklarla yoluna sorunsuz devam edebiliyor. Dolayısıyla virüs yayılırken toplumsal sınıf gözetmese de salgından korunmak ve tedavi hakkına sahip olmak sınıfımıza göre şekilleniyor.

Pek çok devlet başkanının salgının daha ilk günlerinden itibaren açıklama yaptığı bir dönemde, oldukça gecikmeli ekranlarda gördüğümüz Erdoğan’ın paketinden çıkan ‘önlemler’ de bunun bir göstergesiydi. Asgari ücretle çalışanlar, hâlihazırda işsiz olanlar, yaşlılar-emekliler, esnek çalışma koşullarında zaten güvencesiz bir işe sahip olanlar, çağrı merkezi çalışanları, kargo-PTT çalışanları… Kısacası önüne geleni yaşamak zorunda olan, sermayeden pay alan yüzde 1’lik kesim dışındakiler, önlemlere dâhil edilmedi. Daha da çarpıcı olanı Sağlık Bakanı üzerinden söyletildi: ‘Herkes kendi OHAL’ini ilan etsin.’
Olağanüstü hal Türkiye’nin içsel bir bileşeni artık. Ancak siyasi iktidarın ilan ettiğinden bağımsız, bu daha liberal OHAL, anlaşılan o ki kişiye göre değişen sınırları bireylerin ‘tercihine’ ve piyasa şartlarına bırakılmış bir tür.

Ekonomik ve toplumsal kriz anlarının en temel özelliği ‘ayrıştırıcı’ bir uygulamaya dönüşmesi oluyor. Bu kimi zaman sınıf, kimi zaman cinsiyet kimi zaman da etnik köken üzerinden somutlaşıyor. Dolayısıyla yaşam hakkımız bile bu ayrım üzerinden politize edilerek tasnif ediliyor; Zayıfsan elenirsin…

Kamu hizmetlerini askıya almış ve her türlü hizmeti özel sektöre devrederek vatandaşlarının kaderini piyasa akıbetine terk etmiş bir sistemde kendimizi şu soruyu sorarken buluyoruz: Geniş toplumsal kesimler yaptıkları iş gereği virüs bulaşmasında en fazla risk altındaki işgücü olmanın ya da virüs sebepli ekonomik kısıntı nedeniyle maddi bir kaynak sağlanmadan işten çıkarılmanın ağır faturasını nasıl ödeyecek?

Asgari ücretle çalışan bir işçi, devletin en az üç çocuk politikasına uymuş, 5 kişilik bir ailede (kadınların çalışma yaşamından atılmış olmasını ya da en ucuz işgücü olduğunu da düşünürsek tek bir çalışan üzerinden geçim sağlanıyor olması muhtemel) bırakın olağanüstü bir yaşamı, olağan bir yaşam sürdürmek bile mümkün değil. O halde bize dayatılan iki seçenek var: Ya asgari koşullarda yaşamayı kabul edip en azından doyabileceğimiz bir işe gidip gelmeyi sürdürmek ve hastalanma riskini kabul etmek ya da işsizliği ve sigortasızlığı kabul edip hiçbir sağlık hizmetinden faydalanamadan hastalıkla yüzleşmek.

Otoriterleşen bir dünya sakini olmak

Önümüzde duran bu iki seçenek kendi tercihlerimize göre oluşan insanca seçenekler değil, bize dayatılmış olanlar. Peki, buradan nasıl çıkacağız?
Bugünlerde herkesin yöneticilerden beklediği, sokağa çıkma yasağı ilan etmesi, olağanüstü ‘güvenlik’ önlemlerinin yaygınlaştırılması. Bir dönem iktidarın baskı unsuru olarak görülen kararları, şimdi bir politik reçete olarak, yönetilenler eliyle isteniyor. İktidarların toplumsal çıkarlar ve halk sağlığı üzerine, uzun vadeli fayda üretemeyen ‘kontrol’ politikaları, örtük bir rıza üreterek toplumun her katmanını teslim almaya başlıyor. Bizim için en büyük risk ise buradan doğuyor; gittikçe otoriterleşen bu sistemi olağanlaştırıp kabul etmek.

Siyasi iktidarların etkisi küresel ve sınır ötesi düzeydeyken önceden toplumsal ve kamusal çıkarlara dayanan politika artık sadece yerel düzeyde sınırlı ve dünya genelinde etkin bir rol oynayamıyor. Politik kontrol (toplumsal muhalefet ve denetleyen baskı araçları) olmaksızın genişleyen iktidarlar, büyük bir belirsizlik kaynağı haline gelirken kısa vadeli ürettikleri politikalar da birçok insanın hayat problemleri ve korkularıyla alakasız bir tablo çiziyor. Ya da tersten bir okumayla, aslında kapitalizm kendi doğasına uygun davranıyor. Dolayısıyla geleceğimizle ilgili kararları kontrolsüz ve sınırsız bir avuç iktidara teslim etmiş oluyoruz.

Devlet güçleri, güvenlik teşkilatları ve özel kurumlar tarafından uygulanan gözetim gücü de bu çarkın tamamlayıcısı olarak çalışıyor. Örneğin Fransa bu süreçte 100 bin polisi görevlendirdi. Bu rakam sarı yelek protestolarının zirve yaptığı dönemdeki polis sayısından 20 bin fazlası. Mülteciler, ABD ile Meksika ya da Yunanistan ile Türkiye arasındaki sınırlardan geri çevriliyor. İtalya ve İspanya’da polis, boş sokaklarda koşu yapanlara saldırıyor.

Neredeyse sokaklarda toplu gezebilecek hakka sahip tek topluluk; polisler. Vaziyet ciddileştikçe polisin ve ordunun gücünü gittikçe daha ölümcül bir şekilde kullandığını görmemiz muhtemel. Tedbir amaçlı alınan bu önlemlerden doğacak önemli bir sonuç var: ‘Disiplin ve güvenliğin’ iç içe geçtiği bir hareket sahasında, iktidarların da sağlığımızı korumak için izleme, takip etme, sınıflandırma, kontrol etme yani gözetim diyebileceğimiz sınırsız bir yetki alanına erişmesi.

korona-ertesi-baska-bir-dunya-mumkun-mu-707526-1.
Tedbir amaçlı alınan bu önlemlerden doğacak önemli bir sonuç var; ‘disiplin ve güvenliğin’ iç içe geçtiği bir hareket sahasında, iktidarların da sağlığımızı korumak için izleme, takip etme, sınıflandırma, kontrol etme yani gözetim diyebileceğimiz sınırsız bir yetki alanına erişmesi.



Öte yandan durumun vahametini daha iyi anlayabilmek için gözetimin sınırsızlığını daha da vurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bahsettiğim, sadece teknolojik bir ‘toplumsal kontrol’ ya da George Orwell romanındaki Büyük Biraderin denetiminden ibaret değil. Bu kısıtlama, gözetimin ardındaki ideolojik bariyerleri görmemizi engelleyebilir. Bunun çok daha ötesinde bir düşünüşle, iktidar gücünün dağılıp yaygınlaştığı ve ‘özel’ olan bütün alanlarımızı zapt ettiği, hatta ‘ayak basılmamış yer bırakmaması’ olarak tarif edebiliriz. İktidarların artık elektronik teknolojiler vasıtasıyla ifade bulduğu günümüzdeki değişken ve mobil örgütlenmeler, duvarları ve pencereleri büyük ölçüde gereksiz kılıyor. Bu da farklı yüzlere sahip birçok kontrol türünün ortaya çıkmasına olanak tanıyor.

Buna ek olarak şu soru hemen geliveriyor; ‘Kişisel bilgilerimizi kimler biliyor ve bu bizi nasıl sınıflandıracak? Ve ötesinde, çok daha yakıcı bir soru beliriyor; ‘Hangi toplumsal kesim gözetimden etkileniyor?’ Kuşkusuz her siyasi iktidar kendisi için tehlike potansiyeli olanı tespit etmek ister. Sosyal medyada örgütlenmiş bir kampanya, sokak protestoları, işçi direnişleri, kadın mücadelesi, çevre eylemleri, iktidarın rutin politikalarını sekteye uğratacak aykırı her ses, sadece toplumsal fayda üretmek için değil, fark etmek ve ayrıştırmak için de kayıt altında!

'Tüm ülkelerin ezilenleri, birleşin!'

Gözetimden doğan denetim ve disiplin tekniklerinin sistemi güçlendirme ve mevcut otoriterizm dinamiğini daha da belirgin kılma yönünde emareleri ortada. Peki, bu küresel kaderimizin çıkmaz yolu mudur? Ezilen sınıflar, kendi geleceklerine sahip çıkamazlar mı?

Şüphesiz yaşadığımız süreç kapitalizmin olağanlaşmış krizlerinin, bu kez olağanüstü bir formuna dönüşmüş halidir. O halde önümüzde bir seçenek daha var. Walter Benjamin’e atıfla düşünürsek ‘Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki içinde yaşadığımız olağanüstü hal istisna değil, kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir:’

Dolayısıyla sonda söylemem gerekeni şimdi söyleyeyim; Ancak gerçek bir kriz, toplumsal değişime yol açabilir. Bunun için gerekli olan şey, önümüzdeki seçenekleri çoğaltmak ve ‘olağan zamanların’ imkânsız fikirlerini, ‘olağanüstü zamanımızda’ mümkün hale getirmektir.

Salgın, kendi başına dönüştürücü, yaratıcı yönde etkili olabileceği gibi nahif bir duyguya kapılmamalıyız kuşkusuz. Ama onun yarattığı boşlukta aciliyetli ve somut politikalara yönelmek gerek. Fransa’da Macron’un dediği gibi bu bir savaş halidir. Ezilen sınıfların, sömürü düzenine karşı yürüttüğü bir savaş olmalı aynı zamanda. O halde öncelik halk sağlığıdır. Dualarla değil bilimsel bilgilerle, herkese eşit tedavi hakkı, sağlık çalışanlarına güvence, tedavi için gerekli teknik ve bütçenin ayrılması en öncelikli talepler olmalı. Öte yandan farklı formlardaki protesto biçimleri, şimdilik kendi yerellerinden yükselen cılız sesler olsa da uzun vadede küresel bir direniş politikası için zemin oluşturabilir. Mesela San Francisco’da barınma kolektifinin başlattığı kira grevleri, Avustralya’nın Melbourne şehrinde, Chicago’da hızla karşılık buluyor. Finlandiya’da otobüs şoförleri hem salgından kendilerini korumak hem de maruz bırakıldıkları riskleri protesto etmek amacıyla yolculardan ödeme almadan çalışıyor. Saint-Nazaire’de, Atlantik kıyısındaki gemi tersanelerinde çalışan yüzlerce emekçi tıpkı, Hindistan’da ki temizlik işçileri, İspanya’da Mercedes çalışanları gibi iş bıraktı. Dünyanın çeşitli yerlerinden yükselen bu pratikler, Türkiye’de işçi grevleri ve iş bırakmalarla karşılık bulmaya başladı bile. O halde önce bu tekil sesleri bir arada yükseltmeyi sağlayacak bir direniş hattına ihtiyaç var. Öte yandan bunu destekleyen dayanışma ağları, gönüllü sağlık ekipleri kurmak gibi öznel pratikleri çeşitlendirerek, toplumsal örgütlenme için güçlü bir zemin yaratılabilir.