Muhalefet hâlâ “bekleyelim, haklarımızı kullanmamak sorun değil, erteleyelim, nasılsa gidiyorlar” masalına inanmayı sürdürüyor. İş işten geçmek üzereyken siyasi partiler siyasetin kıyısında bekliyor, direnenleri alkışlamakla yetiniyorlar. Demokratik kitle örgütleri varlık savaşında, barolar direniyor ve sessizlik egemen olursa eğer utanç bir kere daha örtecek yüzünü, yine gizlenecek alaca karanlıkta.

Korona günlerinde bir utanç hikâyesi

Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” adlı romanının kahramanlarından Doktor Juvenal Urbino “Ne soylu kentmiş ki, dört yüzyıldır yok etmeye çalıştığımız halde başaramıyoruz” der. Bizim kentlerimizin hikâyesi de böyledir. Ama biz işi bitirmeye çok yaklaştık, neredeyse tamamlıyoruz. Devam eder Marquez: “Az kalsın başarıyorduk. İlk kurbanlarının pazar yerinin bataklıklarında yıldırımla vurulmuş gibi düşüp öldükleri kolera salgını, on bir haftada tarihimizin en yüksek ölüm oranına yol açmıştı.” Kolera salgını nedeniyle dolup taşan mezarlığın girişine yapılmış kemerin üstünde ise bizim Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişindeki “Her fani bir gün ölümü tadacaktır” yazısı gibi “Lasciate ogni speranza, voi ch’entrate - tüm umutlarınızı bırakın siz içeri girenler” yazıyormuş.

Devam edelim; çünkü yalnızca hayatın içine iyice işlemiş bir aşk hikâyesi değil, ölümcül bir salgının tıpkı bizim şimdi yaşadığımız gibi yürekleri bir cenderede sıkan hikâyesidir aynı zamanda: “Kolera daha kalabalık daha yoksul olan zenci nüfus için daha amansız oldu ama gerçekte ne renk ne soysop ayrımı gözetiyordu. Salgın başladığı gibi ansızın bitti, hasarın niceliği de hiçbir zaman bilinemedi; saptanması olanaksız olduğundan değil, kendi felaketimizden duyduğumuz utanç bizim en olağan özelliklerimizden biri olduğundan.

Biz de hasarı bilemiyoruz; salgın sonlandığında nasıl bir tabloyla karşılaşacağımızı hem bilmiyor, hem de çok korkuyoruz.

UTANCI SAKLAYABİLMEK

Kendi yarattığımız felaketlerden duyduğumuz utanç bizim de sıradan bir özelliğimiz olmalı ki, hukuksuzluğa isyan etikleri için hapsedilen insanların ölüme yatmalarını sanki doğal bir şeymiş gibi karşılayabiliyor, utansak bile bu utancı hayatın anlamsız hayhuyunun içine gömebiliyoruz. Ne tuhaftır; harfler, kelimeler, cümleler sınırdan sınıra geçip benzer duyguları, coşkuları, ihanetleri, hikâyeleri anlatıyorlar. Kimi zaman bu benzerliklerin arkasında insanın güçsüzlüğü, kimi zaman ise rahatına düşkünlüğü yatıyor. Güçsüzlük affedilebilir belki ama rahata, konfora düşkünlük gereksiz, nihayet insanı insanlıktan çıkaran bir şeydir. Öyledir ki baskı arttıkça gerileyen insan sürekli olarak daralan rahatlığa razı olur, boyun eğer, şükretmeyi, nihayet insanlıktan çıkmayı öğrenir.

Utancı saklayabilmek insanoğlunun gizli yeteneğidir. Kahramanlarla ilişkisi de bir anlamda bu işe yarar. Onların yaptıklarını okudukça kendimizi onların yerine koyuşumuz da bundandır. Hep böyle miydi, insan bu tuhaf özelliğini hep korudu mu, zaman zaman kurtulmayı başardı mı bilmiyorum. Tarihle, gerçekle ilişkisini tam olarak kestiremediğim hikâyelerde, şiirlerde insanın her zaman rahata yenilmediğini kendi rahatını bir tür mücadelenin seyrine, sırrına gömmeyi başardığını da okumuştum.

Son zamanlarda ise korku duvarının yıkıldığına dair hikâyeler dinliyor, haberler okuyoruz. Korkunun kaynağı olanlarda korku arttıkça, yani korku yer değiştirdikçe değişimin daha belirgin hale geldiğini gösteren işaretler var. Bütün bu belirtiler doğruysa eğer, gelip geçici değilse, korku yer değiştiriyorsa o zaman insanlarla yani kendimizle ilgili fikirlerimizi de değiştirebilir, mezarlığın kapısında bırakacağımız umutlarımızı yaşarken gerçekleştirmenin, insani olan rahatı, huzuru orada mücadelenin içinde bulmayı öğrenebilir, bilenlere gıpta ile bakabiliriz.

KAVRAMLAR ESİR ALDIĞINDA

Konfor düşkünlüğünün arkasında yatan ideolojik form Batı’da determinizmdir. Bizim tam kurtulmaya ramak kalmışken yeniden içine sokulmaya zorlandığımız “doğululuğun” insanın mücadele azmini kıran ideolojik formu ise tevekküldür. Uzun uzun anlatmaya gerek yok ama determinizm bizim sürekli doğrulandığını, hemen tüm bilim dallarında kanıtlandığını gördüğümüz tarihi materyalist anlayışımızın reddettiği yaklaşımdır. Biz nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışırken her zaman Marx’ın 11. Tez’ini hatırlarız. Bu tez dünyayı yorumlamanın yeterli olmadığını, değiştirmek için çalışmak gerektiğini anlatır. Dolayısıyla sınıflar mücadelesine dikkat çeker. Nedenlerle sonuçlar arasında zorunlu, kaçınılmaz ilişkilerin, yani tarih yapmanın ancak insan eylemiyle mümkün olabileceğini söyleyen, hemen hepimizin ezberlediği sözler de yine Marx’a aittir ve şöyledir: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar.

Öyleyse koşulları dikkate alan insan eylemi eylemsizliğin önüne geçecek, determinizmi her türlü konformist tutumu bir yana bırakmayı zorunlu kılacaktır.

GERİLEYEREK “İLERLEMEK”

Bizim her geçen gün Doğululuğun etkisinde kaldıklarını, sağın kavramlarıyla konuşa konuşa o kavramlarla düşünmeye başladıklarını üzülerek, hayretler içinde gözlemlediğimiz sosyal demokrat ya da demokrat, ihtimal neoliberal politikacılar bize yürüttükleri politikaları, “sonuçlarından emin oldukları büyük bir stratejinin gereği” gibi tanıtmak istiyorlar. Ne var ki görünen bunun tersidir. “Büyük strateji” giderek merkeze, merkezden sağa doğru hızlı bir “ilerlemeyi” gösteriyor. Kullanılan dil konuya hâkim oluyor, onu belirliyor. Dil özneden, insandan, insanın isteklerinden planlarından bağımsız değildir ama özellikle de kavramlaştığında kişiyi hedeflerinden kolaylıkla bağımsızlaştırabilir. Bir stratejinin, taktiğin gereği kullandığınızı söylediğiniz kavramlar sizi alıp götürür. Değişim fikri eğer sağlam bir ideolojik formla desteklenmiyorsa, kimse size ittifaklarınızı daraltın demiyor ama rotayı soldan doğrultabilecek halk güçleriyle siyasetle ilişki yoksa, hapisten yükselen seslere kulaklarınızı tıkamışsanız, şimdilik epeyce uzakta olan iktidara daha ulaşmadan sermaye pazarlığı bağlar, parlamenter demokrasi hedefi dahil hedefler daha oyunun başında engellenir.

Sosyal demokrat ya da demokrat, bir ihtimal neoliberal siyaset, öyle anlaşılıyor ki, dili de kavramları da bilerek seçiyor, kullanıyor. Öyleyse bu partinin olaylara gelişmelere soldan bakan tabanına seslenmek de soldaki partilere ve bu partinin kendini deklare etmiş, bildirisi ile görüşlerini açıklamış sol kanadına düşer.

Türkiye ne yazık ki iyi bir durumda değil. Ekonomik bunalım, algı yöntemiyle gizlenebilir boyutları çoktan aştı. Salgın can almaya, ekonomiyi vurmaya devam ediyor; kısa zamanda iyileşme hayal, veriler gerçekleri yansıtmıyor. Öyle anlaşılıyor ki, iktidar partisi de durumun farkındadır; iktidarda kalabilmek, tarihin çöplüğünden “yeni” yollar, “yeni” yöntemler devşirerek ömrünü uzatmak istiyor. Muhalefet hâlâ “bekleyelim, haklarımızı kullanmamak sorun değil, erteleyelim, nasılsa gidiyorlar” masalına inanmayı sürdürüyor. İş işten geçmek üzereyken siyasi partiler siyasetin kıyısında bekliyor, direnenleri alkışlamakla yetiniyorlar. Demokratik kitle örgütleri varlık savaşında, barolar direniyor ve sessizlik egemen olursa eğer utanç bir kere daha örtecek yüzünü, yine gizlenecek alaca karanlıkta.

Umut var mı peki?

***

Sanki hiçbir şey değişmemiş gibi dünün köhne mirası, bugünün sakat yaklaşımları ile siyaset yapılamaz artık; o nedenle kaldığımız yer değil, geldiğimiz yer önemlidir. Marksist tarihçi Eric Hobsbawm Kısa 20. Yüzyıl Tarihi adlı eserini şu cümlelerle bitirmişti:

Açıkça görülen bir şey var. İnsanlığın anlaşılabilir bir geleceği olacaksa bu gelecek geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü bin yılı bu temelde kurmaya çalışırsak başarısızlığa uğrarız. Ve başarısızlığın bedeli, yani değişmiş bir toplumun alternatifi karanlıktır.”