Yazarınız 67 yaşındadır ve artık mecburi ve gönüllü ev hapsindedir. Kendimizi kitap okumaya, film seyretmeye, şarkılar dinlemeye verdik.

Koronalı günlerde en iyisi sadece hakiki uzmanlara kulak vermek. Belki yazımı gönderdikten sonra işler daha da çığırından çıkacak, bilemem. Ama bilinen çarelerin ötesini de kafaya pek takmamak için, kafa dağıtmak ve koronasız günleri yâd etmek ilaç gibi gelebilir. Hayat zaten hep sürprizlerle dolu değil midir?

Bu hafta izninizle kafa dağıtmak niyetine kendi sürprizlerimden söz edeceğim.

Mesela geçen gün, döneminin çok ünlü sinema sanatçısı Muhterem Nur hayata veda edince, 54 yıl öncesini hatırlamıştım. Konya’da yaşayan bir çocuktum. 1966 yazında kısmi senato seçimleri gündemdeydi. Radyodaki siyaset konuşmalarından kafam şişmişti, çünkü spor saatini bile dinleyemiyordum. Bülent Ecevit diye birisi de ortanın solundan söz ediyordu. Ahmet Bey, yani Babam, “Bu adam sıkı bir adam” demişti. Ama Adalet Partisi de “ortanın solu Moskova’nın yolu” diyormuş, niye öyle dediklerini anlamıyordum tabii ki.

Ve işte o yaz şimdi hatırladığım şeyi yaşamıştım. Aile dostumuz emekli bir tapu müdürü amca vardı. Amasya’da görev yapmış, annem karısıyla oradan tanışıyormuş tapu müdürü amcanın. Adını bilmiyordum çünkü evde ondan hep “tapu müdürü” diye söz ediliyor ve ben de müdür bey amca diye hitap ediyordum. İşte bu tapu müdürü amcanın epey yaşlı bir dayısı vardı. Onun da adını bilmiyordum… Çünkü evde ondan da hep “dayı bey” diye söz ediliyor ve ben de ona dayı bey amca diyordum. Dayı bey amca Konya’nın zengin eşrafındanmış ama çok hovardaymış, bu yüzden büyükleri ona bıraktıkları mirasa şerh koymuşlar, yani satamıyor sadece malın mülkün kirasıyla geçiniyor ve iyi de geçiniyordu. O yıllarda taksi filan yoktu, özellikle zenginler hep fayton kullanırdı. Dayı bey amca da bir gün faytonla geldi bizim eve. Yanında süslü bir teyze…

Aaa! Bu Muhterem Nur!

Vallahi o!

Dayı bey, Meram bağlarındaki gazinoda şarkı söyleyen Muhterem Nur’u almış, annemin yemeklerinin güzel olduğunu bildiğinden lokantaya götürmemiş bize getirmişti. Balkonda mükellef bir sofra hazırlamıştı İsmet Hanım. Hep filmlerde seyretmiştim. Şimdi karşımda çok kibar, çok hanım ve çok güzel bir teyze olarak oturmaktaydı. (Bkz., M. Pekdemir, Devrimcilik Güzel Şey Be Kardeşim, Ayrıntı y., s. 26)

Ya işte böyle…

Bunları hatırlamışken, yüksek sesle müzik dinleyen bir komşunun penceresinden Selda’nın “bu hayat böyle mi olur?” türküsünü de duyunca, çağrışım zinciri yine tetiklendi.

Selda Bağcan!

Hadi onu da anlatayım. Yani 51 yıl öncesini. Yıl 1969. Artık Ankara Kurtuluş Taşkent Sokak’ta yaşıyorum. Karşı dairede komşumuz Fatoş ablanın ve ablam Gülseren’in arkadaşı Selda (Bağcan) adında bir genç kız için TRT’den istek parça istedik. Ne kadar fazla istek olursa parçası o zaman çalıyormuş. Selda bizim eve de geliyor ara sıra, gitar çalıyor, ama ablamın arkadaşı diye yanına çıkmıyoruz. Yani ablam istemiyor. (s. 35)

işte böyle… 51 yıl sonra Selda’nın “bu hayat böyle mi olur” türküsüyle ‘teselli’ bulacağımı nereden bilecektim ki!

***

Bu hayat böyle mi olur? / Düşen hep yerde mi kalır? / Gün olur belin doğrulur / Kim n’olacak belli mi olur oy.

Hayat denen sonsuzluğun / Karşısında bir çocuğuz / Düşe kalka büyürken / Kalkamayız bir çoğumuz.

Ama bitmez yolculuklar / Belki biraz canın yanar / Düştüğün yerde doğrulup / Başlar yine ilk adımlar.

***

Bu hayat böyle mi olur? Koronasız günler de olur. Çünkü bitmez yolculuklar.