Koronavirüs, ekonomi ve sosyal demokrasi
Salgın öncesinde neoliberal anlayışın yarattığı müthiş gelir ve servet eşitsizliğinin artık sürdürülebilir olmadığı tartışmaları yapılırken; salgın, devletin bir aktör olarak şirketlerin lehine ve yoksullaşmış kitleler aleyhine ortadan kaybolmasının ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi
YUNUS EMRE
CHP Genel Başkan Yardımcısı, İstanbul Milletvekili
Küresel salgın hayatın birçok alanında şimdiden etkisini gösterdi ve gelecekte bu etkilerin artarak devam edeceği görülüyor. Ekonomi de şüphesiz bu etkinin yoğun olarak hissedileceği alanlardan biri. Neredeyse tüm dünyada, çok sınırlı birkaç temel ihtiyaç alanı dışında, üretim durma noktasına gelmiş durumda. Dış ticaret dip noktalara doğru gidiyor. Hükümetler ardı ardına destek paketleri açıklıyor, ancak bu desteklerin sürdürülebilirliği meçhul. Toplumların büyük çoğunluğunun salgın öncesinde maruz kaldığı işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik gibi sorunların salgın sonrasında daha da ağırlaşması bekleniyor.
NEOLİBERALİZM VE KRİZ
Mevcut salgının ekonomi üzerinde yaratacağı etki, daha önceki krizlere benzemiyor. Bu kez sorun, yalnızca para politikası enstrümanları kullanarak ya da şirket borçlarını devletlerin üstlenmesiyle halledilemeyecek kadar büyük. Kamusal sağlık harcamalarından çalışanların iş güvencelerine kadar birçok meselede neoliberal varsayımların yeniden değerlendirilmesi gerekecek. Birçok uzman eğer devletler inisiyatif alıp kitlelerin alım gücünü iyileştirecek önlemler almazsa, korona sonrası dönemde üreticilerin mallarını satacak bir pazar bulmakta güçlük çekeceğini ve bunun da ikinci ve çok daha ağır bir ekonomik krizin fitilini ateşleyebileceğini söylüyor. Devletlerin ekonomideki rollerinin çok daha fazla öne çıkacağı bir dönemin eşiğindeyiz gibi görünüyor.
Bugün neoliberal küreselleşmenin bizi getirdiği noktada, dünyada en zengin yüzde 1’lik kesim servetin yüzde 44’ünü elinde tutuyor. Buna karşılık en yoksul yüzde 56’lık kesimin dünya servetinden aldığı pay yalnızca yüzde 2. Neoliberal ideoloji, özellikle 1980’lerden bu yana refah devleti anlayışını gerileterek tüm dünyada devletleri özellikle sağlık, eğitim, konut, sosyal güvenlik gibi alanlarda asgari düzeyde harcama yapmaya itti. Servet ve gelir dağılımındaki eşitsizlik günden güne büyürken, yoksul kesimler sosyal devletin sağlaması beklenen hizmetlerden mahrum kaldılar. Bütün dünyada servet kaynaklı gelirler artarken gerçek ücretler artmıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk defa gençler kendi anne babalarına kıyasla daha düşük bir gelire ulaşabileceklerini düşünüyorlar. Eğitimli, çalışkan ya da tutumlu olmak daha iyi bir hayat sağlamıyor.
Salgın öncesinde neoliberal anlayışın yarattığı müthiş gelir ve servet eşitsizliğinin artık sürdürülebilir olmadığı tartışmaları yapılırken; salgın, devletin bir aktör olarak şirketlerin lehine ve yoksullaşmış kitleler aleyhine ortadan kaybolmasının ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi. Bugün yaşadığımız büyük krizde de görüyoruz ki, sağlık sistemi özel sektöre devredildiğinde ve kâr mantığına dayalı ticari işletmeler olarak düzenlendiğinde; büyük sağlık krizleriyle başa çıkabilecek bir kapasiteye sahip olabilmesi mümkün değil.
TÜRKİYE’DE ÇİFTE KRİZ
Koronavirüs salgınının yarattığı küresel kriz başlamadan önce Türkiye halihazırda bir ekonomik krizle boğuşuyordu. 2018’den beri krizde olan Türk ekonomisi, salgının yarattığı bu büyük ekonomik tahribata; boş bir hazineyle, kitleleri derinden etkileyen hayat pahalılığıyla, son derece yüksek bir işsizlik oranıyla ve her alanda tekleyen bir ekonomiyle girdi. Özetle Türkiye dünyadan farklı olarak çifte bir kriz yaşıyor.
Üstüne üstlük küresel ekonomik ve finansal sisteme son derece entegre olan Türk ekonomisinin bir ölçüde bağımlı olduğu AB ve Rusya ekonomilerinin geleceğini öngörmek güç. Böylesi bir dönemde, Türk ekonomisinin çarklarını döndürmesi için gereken dış yatırımlar, ekonomik paketler ve mali yardımlar gelmeyecek. Türk ekonomisi, insan hareketliliğinin durduğu bir ortamda turizm gelirlerinden mahrum kalacak. Bu küresel salgın sona erse de pandeminin ekonomik sonuçlarının uzun süre devam edeceği çok açık ve önümüzdeki dönemde her ekonomi kendi bacağından asılacak.
Salgınla mücadele eden bütün devletler yüklü miktarlarda mali yardım paketleri açıkladı. Türkiye’de açıklanan paketler ise ne hane halklarına ne de firmalara kapsamlı ve etkili bir yardım sunabildi. Paketlerin milli gelire oranı bazı ülkelerde yüzde 20’ye yaklaşırken Türkiye’de yüzde 2’yi bulmadı. Ayrıca Türkiye’de kayıt dışı iş gücünün, sokak çalışanlarının, küçük esnafın oranının yüksek olması ve bu mali yardımın söz konusu işgücüne aktarılamaması, Türkiye’deki gelir dağılımındaki adaletsizliği ve ekonomik kırılganlığı daha görünür hale getirecektir.
Hâlbuki küçük esnafa, sokak çalışanlarına, yardıma muhtaç yoksul hanelere ulaşmanın tek yolu yereli iyi bilen belediyelerdi. Fakat hükümetin, ideolojik kutuplaşmayı canlı tutmak adına belediyelerle işbirliği yapmaması ve hatta onları dışlaması en fazla toplumun yoksul kesimlerini etkileyecek. Bu tavır içinde bulunduğumuz ekonomik ve toplumsal krizin en az hasarla aşılmasının önünde önemli bir engel olacak.
Bazı ekonomistler işsizliğin ulaşacağı boyutun ve devasa gelir kayıplarının ülkeyi toplumsal bir çöküntünün eşiğine getirebileceğine işaret ediyor. Bunun yaratacağı küçülmenin, gelir kayıplarının ve yoksullaşmanın siyasi ve toplumsal sonuçlar doğuracağını tahmin etmek güç değil. Ancak bu durum bizleri havlu atmaya değil, eşitlik ve adalet için daha fazla mücadele etmeye yönlendirmeli.
KRİZDEN ÇIKIŞ VE DEMOKRASİ
Neoliberalizmin başat ideoloji hâline gelmesiyle birlikte zirveye varan gelir ve servet eşitsizliği ile mücadele, ancak ve ancak çalışanların güvencelerinin en iyi şekilde sağlanmasına dayalı bir piyasa düzenlemesi ve refah devletinin yeniden işler hale getirilmesiyle mümkün olabilir. Bu da sosyal demokrasinin dünyanın birçok yerinde ekonomik dengenin sağlanması adına öne çıkacağı anlamına geliyor. Eğer sosyal demokrat hareketler, açılan bu fırsat penceresini iyi değerlendirebilirlerse, salgın sonrası dünyada refah devletinin yeniden önem kazanacağı bir döneme girmemiz mümkün görünüyor.
Küresel olarak, kapitalist sistemin toplumsal ve çevresel maliyetleri pahasına ucuz ve kitlesel olanı üretmesine dayanan bir sistemden ziyade, üretim süreci ve ürettikleri insanlığın faydasına olan bir sistemin arayışına girebiliriz. Ve görünen o ki, bu arayış Türkiye’ye özgü olmayacak.
Fakat gelir ve servet eşitsizliğinin bu denli yüksek olduğu Türkiye gibi ülkelerde, söz konusu krizin faturası ağır bir şekilde toplumun en yoksul kesimine çıkıyor ve çıkmaya da devam edecek. Zira ne yazık ki hükümetin devreye soktuğu mali yardım politikaları toplumun yoksul kesimlerini korumak yerine iktidara yakın büyük şirketlerin işlerinin bozulmamasına yönelik. Tüm dünyada kimlik siyasetlerinin geri çekilmesi, bunun karşısında da ekonomik ve sınıfsal taleplere dayanan eşitlikçi politikaların yükselmesi sosyal demokrasiyi bir fırsattan ziyade bir zaruret haline getirebilir.
Bu noktada da önümüzdeki dönemde işçi haklarının, servetin hakça yeniden dağıtımının, sosyal güvencenin, eğitimde eşitliğin, temel ekonomik ve sosyal hakların siyasi tartışmanın merkezine oturması, sosyal devletin yeniden düzenlenmesi meselesinin kapsamlı bir şekilde ele alınması gerekiyor. Ve bu tartışmada toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir çözüm üretmenin tek yolu sosyal demokrasiden geçiyor.
Bir döneme damgasını vuran özelleştirme çılgınlığı sorgulanıyor. Maske üretiminden, tarım ve hayvancılığın gıda güvenliği bakımından önemine kadar bir dizi konu devletin önemini hatırlatıyor. Solun tezleri yeniden dolaşıma giriyor.
Türk ekonomisi bir bunalımın içinde ve bu küresel ölçekte bir krizin siyasi ve toplumsal yansımalarıyla daha da ağırlaşıyor. Uluslararası yazına bakarak küreselleşmenin ivmesinin azalacağını, uluslararası ve uluslarüstü kurumların etkisinin sınırlanacağını, ülkelerin ekonomik ve kültürel olarak daha fazla içe kapanacağını varsayarsak Türkiye’yi zor bir sınav bekliyor. Üstelik iktidar üzerinden geçilmeyen köprü gelirlerinin, “çılgın projelerin” ve şatafatın, debdebenin peşindeyken toplumun en yoksul ve kırılgan kesimlerinin iş bulması, evine ekmek götürebilmesi ve dahası karnını doyurup hayatta kalabilmesi gerekiyor. Sosyal demokrasinin Türkiye’de yapacağı çok iş var.
Neoliberal siyasetin en etkili sloganını Margaret Thatcher gündeme getirmişti. “Toplum diye bir şey yoktur.” Yaşadığımız her kriz, toplumun bir gerçeklik olduğunu ve onu ortadan kaldırmak isteyenlere karşı savunulması gerektiğini gösteriyor. Sosyal demokrasinin yükselişi için bir kapı aralanıyor.