Belki de sosyal bir devletin nasıl olması gerektiğini en çok bu günlerde anladık. Sağlığın alınır satılır bir meta olmaması gerektiğini, en temel insan hakkı olduğunu hatırladık

Koronavirüs salgını ve düşündürdükleri

PROF. DR. FUNDA BARLIK OBUZ
İzmir Tabip Odası Başkanı

Birileri üç ay önce bugün yaşadıklarımızı bize söylese çoğumuz inanmazdık herhalde. Endüstri 4.0, yapay zeka, uzayda akıllı yaratık arama programları derken 21. yüzyılda bir mikroorganizmanın hayatımızı bu kadar değiştirebileceğini tahmin edemezdik. Evet, yılbaşından bu yana Çin’in önce Wuhan kentinde başlayan sonra bütün ülkeye yayılan salgını şaşırarak izliyorduk haber kanallarında. Bize bulaşmaz, buraya kadar gelmez demesek de tüm dünyayı etkileyebilecek bir pandemiyi ön görmemiştik. Küreselleşme, uygulanan neoliberal politikalar, küresel iklim krizi ile değişen ekosistem bu tür krizlerle daha sık karşılaşabileceğimizi düşündürüyordu aslında. Dünya Sağlık Örgütü ilk olarak 2009’da H1N1 salgını sırasında acil durum ilan etmişti. Bugünkü Covid-19 salgınının altıncı acil durum olarak ilan edildiğini biliyoruz.

Türkiye’de ilk hastanın varlığı 10 Mart gecesi Sağlık Bakanı tarafından açıklandı. Sonra hasta sayısında üstel bir artışla ve ölümlerle karşılaştık. Hastalığın diğer ülkelere göre Türkiye’de daha geç ortaya çıkması hazırlık ve önlemler için zaman kazandırmış olmalıydı. Ancak gerçekte öyle olmadığını görüyoruz. Salgın sürecini yöneten kamu sağlık otoritesi şeffaflıktan uzak. Hangi şehirde kaç hasta var? Yaş ve cinsiyetleri nedir? Bugüne kadar kaç test uygulanmıştır? Bunun gibi pek çok sorunun yanıtını alamıyoruz. Her akşam 23.00 sularında sosyal medyadan açıklanacak yeni olguların ve ölenlerin sayısını öğrenmek gerilim ve kaygılarımızı artırıyor. Yapılan PCR testleri ile ilgili de tartışmalar söz konusu. Uzun süre sadece Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü laboratuvarında test yapıldı. Sonra üç ilde, geçen hafta beş ilde yapılabiliyordu. İzmir’de geç de olsa test yapılmaya başlandı. Test sonuçlarının geç çıkması, ilk testte %60-70 duyarlılık olması, açıklanan sayılardan daha fazla ancak kanıtlanmamış hasta olabileceğini düşündürüyor. Ne kadar çok kişiye test yapılırsa toplumda virüsle karşılaşan kişiler o kadar fazla saptanabilir. Böylece onların izolasyonu ve tedavisi ile yeni kişilere bulaşma riski azaltılabilir.

Hastalık olguların ancak %20’sinde hastaneye yatacak kadar ağır bulgular gösteriyor. Yine %5 olguda yoğun bakım gereksinimi doğuyor. Ölüm oranlarının yaşlı ve kronik hastalığı olanlarda daha fazla olduğu bildiriliyor. Ancak hastalığın ilk aşamasından başlayarak tanı ve tedavide yer alan sağlık çalışanları en riskli grubu oluşturuyor. Sağlık kuruluşlarındaki kişisel koruyucu donanımların yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Eksik malzeme ve ekipman ile hastaları karşılamak zorunda kalan sağlık çalışanlarının da hastalandığını, onların görevlerini yapamamasının salgınla mücadeleyi zora sokacağını biliyoruz. Kamu otoritesi öncelikle çalışanlarına güvenli çalışma ortamı ve yeterli kişisel koruyucu donanımı sunmak durumundadır. Bunlar olmaksızın personeli çalıştırmak yasak ve uygunsuzdur. Sağlık personeli eksikliği olduğunu söyleyen yetkililere, Anayasa mahkemesi kararına karşın, güvenlik soruşturması gerekçesiyle göreve başlatılmayan genç hekimleri ve haklarında kesinleşmiş yargı hükmü bulunmayan kamudan ihraç edilmiş sağlık çalışanlarını hatırlatmak isteriz.

Covid-19 sadece bir sağlık sorunu yaratmadı. Ülkemizde ve tüm dünyada etkileri uzun sürecek ekonomik ve sosyal sorunlara neden oldu. Sosyal mesafelenme, sokağa çıkmama uyarıları, kayıt dışı ve güvencesiz çalışanları kaygılandırdı en çok. Hasta olmak ve aç kalmak ikilemini yaşattı. Belki de sosyal bir devletin nasıl olması gerektiğini en çok bu günlerde anladık. Sağlığın alınır satılır bir meta olmaması gerektiğini, en temel insan hakkı olduğunu hatırladık. İyi beslenmek, su ve sabunla ellerini yıkayabilecek bir lavabosu ve barınağı olmak, iyi uyuyabilmek gibi hastalanmamak için önerdiğimiz koşullara açlık ve yoksulluk sınırında yaşayanların nasıl ulaşabileceğini hiç düşündük mü? Bu salgın toplumsal eşitsizlikleri daha net olarak görmemizi sağladı. Duyarlı kişilerin oluşturduğu yardım ve dayanışma ağları, yerel yönetimlerden gelen destek talepleri toplumun dezavantajlı kesimlerini belki bir parça rahatlatabilir. Ancak artık bu şekilde gidemeyeceğimizi, tüketerek doğayı ve gezegeni yaşanmaz hale getirdiğimizi, tüm dünyanın gerçek anlamda eşit, özgür ve demokratik bir sistemin kurulması için çaba harcaması gerektiğini, bunu çocuklarımıza borçlu olduğumuzu görmemiz gerekiyor.