Okuru bilgilendirmeye, ikna etmeye çalışan bıktırıcı öğretmen tavrından kurtulamayan, “uzman” kaleminden çıkmış eğitim yazıları bir noktadan sonra eksper raporu gibi geliyor insana. Uzmanı olmamama rağmen çoğu zaman uzmanmışım gibi ben de eğitimin aksamlarıyla uğraşıyorum. Bu da çoğu zaman makinenin görünüşünü, ürettiği işi görmemi engelleyebiliyor. Böyle anlarda “uzman” elinden çıkmamış, cepheden bakan eğitim yazıları arıyorum. Ne yazık sınavlar, okulların açılış kapanış dönemi veya bakan değişikliği gibi özel günler dışında benim gibilerin bu ihtiyacını giderecek köşe yazılarına gazetelerde rastlamak pek mümkün olmuyor.

Televizyonlar ise iktidara pay çıkaracak tutar yanı bulunmadığı için bu ülkenin eğitim sorunu yokmuş gibi davranıyor. AKP medyasının bu konudan uzak durmasını anlıyorum ancak muhalif köşe yazarlarının üzerinde siyaset yapılacak hatta iktidar mücadelesinin mevzisi olabilecek bu konuyu es geçmelerine anlam veremiyorum.

Eğitim herhangi bir mühendislik alanı değil; kişinin kendisiyle, ailesiyle, toplumla, doğayla ilişkilerini düzenleyen sosyal bir alan olarak herkesin bu konuda söz söyleme hakkı var. Kaldı ki eğitim üzerine konuşmak hak değil bir görevdir. Sadece eğitim değil tabii, herkesin ucu kendine dokunan her konuda sözü olmalı. Hem, teorik bilgi sindiriminde hazımsızlık çeken, Türkiye gibi her şeyi deneyerek öğrenen toplumlarda iş başına gelmiş insanları dinlemek öğrenme açısından oldukça önemli.

Uzmanların, kendi uzmanlık alanlarına odaklanıp (her neyse) konusunun diğer sorun alanlarıyla bağını kopardığı sıkça rastladığımız bir durum. Uzman, bir süre sonra analitik düşünme yeteneğini kaybedip uzmanlık alanlarının negatif yönlerini göremez hale gelebiliyor. Eğitimi iktisadi kalkınma için gerekli öğrenme süreci olarak düşünenlerdeki sosyal körlüğün nedeni sanırım bu...

Herhangi bir konunun “bilgi sahibi” dar bir çevrede ele alınması, aslında siyasal olan problemin nicellikler düzeyinde tartışılmasına, arkadaki sosyal sorunun perdelenmesine hizmet ediyor. İşin “uzman”ına bırakılmasının daha kötü sonucu, toplumun diğer kesimlerinin, doğrudan kendisiyle ilgili konulara sorumluluk alanının dışındaymış gibi ilgisiz kalıp eylem planı geliştirememesidir. Ayrıca “bir bilen”e danışmanın, her hâlükârda politikacının sorumluluğunun göz ardı edilmesine yol açtığını da belirtmeliyim.

Aydın Engin, geçen haftaki yazılarından birinde (Habercilere, yazarlara siparişlerim var, 6 Ağustos) köşe yazarlarının uzmanlık alanının dışındaki konulara girmesini Avrupalı gazetecilerin anlamakta zorlandığını yazdı.

Meslektaşlarıyla arasında geçen diyalogdan anlıyoruz ki Aydın Engin de köşe yazarı olarak her konuda fikir beyan etmek durumunda kalıyor olmasından da şikayetçi. Şu konuşmadan bunu anladım:

“Bir Belçikalı gazeteci haftada kaç ‘Tırmık’ yazdığımı sormuştu.

-Eskiden altıydı, şimdi dört…

Kaşları çatıldı:

-Bırak şakayı. Ciddi bir soruydu…

Bir Alman meslektaş da haftada dört yazıya şaşmadı da ‘ne yazdığımı’ merak etti?

Allahın bildiğini elin gâvurundan saklayacak değilim ya?

-Süpermen misin sen?

Ne diyeyim? Adam haklı.”

Haftada dört beş, hatta her günü yazmayı ben de anlamlı bulmuyorum. Fakat Engin “Hemen hemen her konuda. Sıkça siyaset, bazen ekonomi, bazen sanat ya da dış politika filan” yazıyorum demesini “dalga geçme” sanan Alman gazeteciye biraz Türkiye’den söz etseydi eminim meslektaşı Aydın Engin’e hak verecekti. Bürokrasi hiyerarşisindeki bir basamak olarak görülen, uzmanlığın edinilen değil verilen bir unvan olduğu Türkiye’yi bu “uzmanlar”(!) batırdı; gazetecilik de uzmanlaştıkça batıyor diyebilirdi onlara.

Bence köşe yazarı, ele aldığı konuları her açıdan ele aldığı gibi her konuya girmeli. Köşe yazarı uzman değil; ekonomi, siyaset, eğitim, turizm, tarım gibi farklı disiplinler arasında analitik ilişki kuran gurmedir. Gurme yemek yapmayı beceremeyebilir fakat bir kaşıkla yemeğin yağı, tuzu, tadı hakkında verdiği fikirle aşçıyı, aşçı uyanmazsa müşterisini uyarabilir.