İzmir Kitap Fuarı’na doğru yola çıkıyorum; kitap fuarları benim için şenliktir. Coşkulu, kimi zaman elimde bir iki kitapla ama hep merakla kalabalığa karışırım. Romanlara bakarım daha çok. Onlar çünkü nüfusta kaydı olmayan öteki insanlardır; burası da sanki onların buluşma yeri, kayıt kabul mekanı. Burada artık onlar da birer nüfus kağıdı birer kimlik sahibi olacaklar. Yanımdan […]

Köşeye çekilmiş kitap okuyor

İzmir Kitap Fuarı’na doğru yola çıkıyorum; kitap fuarları benim için şenliktir. Coşkulu, kimi zaman elimde bir iki kitapla ama hep merakla kalabalığa karışırım. Romanlara bakarım daha çok.

Onlar çünkü nüfusta kaydı olmayan öteki insanlardır; burası da sanki onların buluşma yeri, kayıt kabul mekanı. Burada artık onlar da birer nüfus kağıdı birer kimlik sahibi olacaklar. Yanımdan geçiyor yaşları henüz kederi, kaderi bilemeyecek kadar küçük iki yurttaş: “Şöyle bakalım roman nedir?” “Roman, roman… Aysel öğretmen anlattıydı ya, baştan geçenler…” Öyle midir? Bilemedim ben de.

Romanın tarifi zordur. Neresinden tutup da tarif edeceksin. Bana en yakın geleni, geçenlerde sahaflarda sararmış bir dergide rastladığım Abdülhak Şinasi Hisar’ın tanımıdır. Ulus gazetesinde 5 Eylül 1943 tarihinde yayımlanan makalesinde düzünden tersinden anlatmış Hisar.

“Yazar nazım olarak değil de düzyazı olarak yazarsa, yazdığını tiyatroda oynanmak için değil, okunmak için yazarsa, herhangi türlü deneme, kısaca edebiyatın çok bilinen öteki türlerinden birinden olmazsa ve en aşağı bir küçük cilt tutabilecek uzunlukta olursa, bu yazdığına roman deniliyor. Yalnız bizde değil her yerde. Yalnız şimdi için değil, her zaman için. Çünkü romanın ne olmadığını söylemek ne olduğunu söylemekten çok kez daha kolaydır.” Hayır, bu tanımla yetinmeyecek; daha fazla özgürlük isteyecek kalemine,

“Romanın hiç bir genel kuralı yok, belli hiç bir tekniği yok, türü, biçimleri, amaçlarında da birlik yoktur ve hem de denilebilir ki, kaynağı ve doğası bunların olmasına engeldir. O tarihin, destanın, felsefenin, şiirin, bilimin, masalın bir mirasyedisidir. İstekleri günden güne artan, sınırları günden güne genişleyen ve her yeni deha ile kendine bir kıta, bir dünya, bir bilim daha bulan romanı bütün kapsamıyla anlatan bir tanım bulmak güç değil olanaksızdır.” Bu son cümleye dikkat isterim; yeri gelecek çünkü.

Öyleyse kural Yok. Hiç mi yok? Hemen hemen hiç. Kuşkusuz kuralsızlığın içinde hiç eskimeyen ve eskimeyecek olan basitliğe ilkelliğe pirim vermemek, edebi değeri yakalayabilmek gibi bir kural var.

O kadar da demedik

Romancılar arasındaki tartışmada ölüdoğa ile canlı hayatın karşılaştırması bir tür girizgah olmuştu. Eylül yazarı Mehmet Rauf’un Servet-i Fünun’da yayımlanmış kısa makalesinde böyle bir tartışmanın izleri var. Pek zariftir, incedir ama acımasızdır da aynı zamanda Mehmet Rauf. Arkadaşı, Mai ve Siyah, Aşk-ı memnu yazarı Halit Ziya’yı tatlı sert eleştiriyor:

“Şimdiye kadar Türkçe basılan romanları göz önüne getiriyorum, hep hayal kurma ve tasavvurlarla uğraşılmış. En çok uğraşılan şey şüphesiz üsluptur, bu üslubu da romancı gözüyle çevremize bakıp kullanmamışız. Nerede olduğunu hatırlamıyorum, Hippolyte Taine bir yerde ‘Roman öyle bir aynadır ki, hayat ve tabiatın bütün yüzleri orada yansır’ diyor. Madem ki hayat ve tabiat tasvir edilecektir, hayat ve tabiat demek bizim gördüğümüz, yaşadığımız hayat çevremizdeki tabiat demek değil mi? Halbuki eserlerimizde en çok bulunmayan bir şey varsa sanıyorum ki bunlardır. Ama bunlarda ‘hayatımız’ yok. Bizi biz yapan, diğerlerinden ayıran hayatımız, içinde yaşadığımız, üzüntü ve mutluluk duyduğumuz, ezildiğimiz bu hayat yok.”

İşin sırrı: Doğa-insan-tarih

Romanı, politik roman kavramını anlamaya kavramaya üzerinde düşünmeye çalışırken, ya da daha doğrusu bu kavramın dayandığı temel bir teorik çıkarsama var mı diye bakınırken, hiç de dolaylı olmayan bir metne, temel bir teze ya da sava Marx’ın “1844 El yazmaları”nda rastladım. Uzatmayayım, alıntıyla boğmayayım sizi, anladığım, özetle şudur?

İnsanın tarihsel gelişimi sanayi ile doğa bilimlerinin ilişkisi aracılığı ile oldu. Eğer bu ilişki insanın dışa dönük güçlerinin eylemi olarak kavranırsa doğanın insani özü de, insanın doğal özü de kavranabilir. O zaman doğa bilimleri idealist yaklaşımlardan kurtulacak, insani bilimin temelini oluşturacaklardır. Bu gelişmenin devamında Antropoloji-insan bilimi ile doğal bilimler birleşecek yalnızca tek bir bilim ortaya çıkacaktır.

Ama burada hemen bir yanlış anlamayı önlemek gerekiyor. Çok sayıda, hızla gelişen bilim dallarının tarih ve insan kapsamında tek bilim dalı adı altında tekleşeceğinden söz edilirken bir yoksullaşmadan söz edilmiyor. Tam tersine bilimin özgür gelişiminin kapılarının ardına kadar açılmasından, tek tek dalların bir biri ile olumlu etkileşim kanallarının dallar arasındaki verimli ilişkinin, işbirliğinin, birbirilerine olan gereksinimlerinin artmasından, verimin diyalektik katlanışından söz ediliyor.

Bu öngörüyle romanın ne ilgisi var sorusunun yanıtı ise şöyledir:

Tarihi yapanların belirli koşullar altında işe girişen insanlar olduğu, tıpkı Marx’ın söylediği gibi kendi emeği aracılığı ile kendini yaratan insanın macerasının tümüyle tarihsel, politik bir nitelik taşıdığı, bu açıdan konuya yaklaşmayı esas ilke edinen romancının da insanları mücadele içinde anlatmak yansıtmak isteyeceğini, istediğini görüyoruz, giderek daha çok göreceğiz.

Sonuç olarak önce söylediklerimi yineleyeceğim. Roman giderek daha fazla toplumsal özellikler, hangi türden olursa olsun, hangi ulusun özelliklerine sahip olursa olsun, daha fazla insani özellikler taşıyacak, insanın yaşadığı kargaşayı, kaosu anlatacak, insanlara nasıl sonsuz çeşitlilik içinde olduklarını gösterecek, bunu yaparken her romanda, her yazarda biraz daha politikleşecek, zenginleşecektir. Romanlar gittikçe iç içe geçen bilimler dünyasının özgürlüğünden payını alacak; ister aşk, ister macera, ister bilim kurgu, ister farklı insan hallerini anlatan türlerden olsunlar, mutlaka zamanı ve hangi tarihsel zaman aralığında olduğumuzu bize göstereceklerdir. Ne diyordu Abdülhak Şinasi Hisar; “istekleri günden güne artan, sınırları günden güne genişleyen ve her yeni deha ile kendine bir kıta, bir dünya, bir bilim daha bulan romanı bütün kapsamıyla anlatan bir tanım bulmak güç değil olanaksızdır.” İşte şimdi o tanıma yaklaşma eğilimindeyiz…

Aslında böyle olacak derken gelecekten söz etmiyorum ama bu daha şimdiden böyledir. Roman ya da edebiyatın diğer dalları iç içe geçecek, roman türleri de tıpkı bilimlerin tek bir bilimde yoğunlaşacağını anlatan tez gibi, tüm roman akımları varlıklarıyla yeni zamana uyarken, sömürünün doğrudan ya dolaylı övgüsü, mülkiyetin alkışlanması sona erecek, şiddeti tümüyle sona erdirecek önlemlerle birlikte, gizli açık övgüsü de ortadan kalkacak, insanın, insanla ilgili derin politikanın ağırlığı artacak.

Bir masal anlattığımın farkındayım. Ama biz bu masallara gerçekleşebilir ütopyalar diyoruz. Romanla ilgili bu ütopya asıl olarak gerçekleşmesini dilediğimiz ve uğrunda mücadele ettiğimiz gerçek ütopyanın yalnızca bir parçası, mütemmim cüzüdür.

Ütopyasız hiç bir şey olmayacaktır.

Kuşları bekliyorum ben.

Henüz gelmediler, ama gelecekler; onların önce kanat seslerini duyacağız, sonra gökyüzünü kaplayacaklar. Onlara denizdeki, çöldeki canlılar, ki sandığınızdan daha çokturlar, katılacak. Bizler, en önde balıkçılar, pazar yerinden eli boş dönen teyzeler, kentin dış mahallelerinden kente inen delikanlılar, İşkur önündeki kuyruğu öfkeyle terkeden işsizler, büyük bir coşkuyla gökteki, yerdeki, denizdeki bu şenliğe, törene katılacağız. Ama kuşlar daha gelmedi. Kalabalığın gözü gökyüzünde; “nerde kaldılar, neden gelmediler” diye soruyorlar. Umutsuzluğa kapıldıkları da oluyor arada bir…

“Ya gelmezlerse…” diyor birileri…

Yok hayır biliyorum gelecekler… önce kanat sesleri.