Ağaçlar insanı bekliyor. Yoksa çekip gidecekler. Biz, insan, böyle cüce, böyle acınası, kalacağız bir başımıza. Ağıt yakanımız bile olmayacak. Öyleyse... Koşmak gerek Kazdağları’na... Koşmak... Ve HAYIR demek

Koşmak gerek Kazdağları’na

HABİB BEKTAŞ

Yıllar önce Bergama'daki doğa katliamını konu edinen bir roman okumuştum: Bergamalı Simo, ne yazık ki, içeriğiyle hâlâ güncel. Ne yazık ki deyişim boşuna değil: Unuttunuz mu yoksa? Bir zamanlar Bergama’nın fıstık çamlarıyla, zeytin ağaçlarıyla bezenmiş dağlarında altın madeni açmak için dış ülkelerden girişimciler gelmişti. Yanlarında yeterince siyanür vardı. Ağaçları kesmek, toprağı deşmek, çıkan taşı sırtlayıp çekmek için sömürecekleri ülkede köylüler vardı. Talan edecekleri ülkede kendi ülkelerindeki kurumların vermediği ruhsatı takla atarak verecek hükümetler de vardı.ıllar önce Bergama’daki doğa katliamını konu edinen bir roman okumuştum: Bergamalı Simo. Son günlerde yine aklıma düştü. Bazı romanlar zaman ve mekân olarak uzaklarda kalmış bir sevgili gibidir, unutulmaz. Gün olur, yüreğinizi ürperten bir İzmir meltemi gibi esip gelirler. Size de bir kez daha okumak düşer. Bende öyle oldu.

Şimdi, neler oluyor Kazdağları’nda? İda desek. O da olur, dağ aynı dağ. Kimler geldi kimler geçti o dağlardan.

Sevgili Tuncel’in (Kurtiz), çılgınların en çılgını dostumun son yıllarını geçirdiği koyakları nasıl unuturum! Dağlarda yürürken anlattığı söylenceleri, aynı söylenceleri a la Habib yeniden ona anlatışımı, onun “Ya hu Habib, ne güzel bir söylence, hiç duymamıştım bunu” deyişi unutulur mu!

Anlatmadan olmaz: Sabahtı. Zirveye yürüyoruz. Sol yanımızda yemyeşil ağaç fidanları. Yeşil fidanların arasında kırçıl sakallarıyla yaşlı bir adam. İki büklüm. Çalışıyor. Tuncel, bağırarak selam veriyor ihtiyara. Adam doğrulup başıyla selamlıyor bizi. Tuncel gülüyor. Ve ihtiyarın hikâyesini anlatıyor: “Bu adamı eskiden sevmiyordum. Aksi bir adam. Kimseyle konuşmaz. Bir iki kez selam verdim. Selamımı aldı almadı, öyle bir şey. Günlerden bir gün baktım bu anızı çapalıyor, temizliyor. Fidan getirtti. Ne göreyim? Fıstık çamı dikti. Habib, bu adam sekseni aşmıştı. Ve fıstık çamı dikiyordu. Bir ihtimal, görmeyecek ürününü. Çünkü fıstık çamı on-on iki yıl sonra ürün verir. Çamları diktikten sonra sevdim bu adamı. Varsın selam vermesin, varsın aksi olsun. Gölgesinde yüzünü hiç görmeyeceği insanların oturacağı, meyvesini tanımadığı insanların yiyeceği ağaçlar dikiyor ya!”

Şimdi gelelim ikinci kez okuduğum romana: Bilinir, sık sık duyarız: “Yazsam hayatım roman olur” derler. Bakmayın öyle dediklerine. Yaşananı bire bir yazarsanız asla roman olmaz. Belki anı olur. O da belki. Yaşananı bir zabıt kâtibi gibi yazmak, hayatın kötü bir yansılaması olur. Hayatın gerçeğinin roman gerçeğine (geniş anlamda sanatın gerçeği) dönüşmesi kolay iş değildir. Bu, yaşamın bir başka boyutta yeniden kurulması, belki de yaratılmasıdır.

Ferda Özbudak Akıncı, kolay olmayanı seçmiş: Şiirsel diliyle, kurgusuyla, içeriğiyle insanı kucaklayan, evrensel değerlere sahip çıkarak insanın yanında yerini alan çağdaş bir roman yazmış. Bergama’da açılmak istenen, açılan altın madenine karşı örgütlenen köylülerin büyük destanı Bergamalı Simo.

Topraktan öğrenen, toprağı seven, toprağına sahip çıkan güzel insanların macerası. İzbudak, ezilenin, sömürülenin, doğaya-toprağına sahip çıkanın romanını şiirsel bir dille yazmış; “bakışı gülüşlü Simo’nun” olağanüstü hikâyesidir bu:

2007 yılında ilk baskısını yapan bu romanın neden aklıma düştüğünü biliyorsunuz artık: İda, dağların yücesi, tanrılar sofrası, söylenceler diyarı, ‘inek gözlü Hera’nın kocası Zeus’un kutsadığı, bizim Kazdağları dediğimiz yerlerde on binlerce yeşil ağaca kıyılınca İzbudak’ın romanını düşünmemek, onu bir kez daha okumamak olmaz. Ben de öyle yaptım. Ve bir kez daha okudum. Gördüğüm, Bergama’da yaşanan, şimdi Kazdağları’nda yaşanıyor. Bir talan! Köyde, kentte, dağda, tüm Türkiye’de bir talan!kosmak-gerek-kazdaglari-na-615821-1.

Bergamalı Simo, bir romandan çok daha fazlası. O, bir direnişin destanı:

Bergamalı Besim, küçük bir dükkânda terlik satarken kent insanının hoyratlığına, düzenin çarpıklığına, sevdiği eşi Yadigar’ın insani değerleri yitirişine dayanamayıp dağlara vurur kendini. “Çamlar ve zeytinler ömrünün gölgeliği” olur. Adı da Bergamalı Simo. O artık dağlarda yaşayan, konuşmayan bir gönül insanıdır. Kendini “Bergamalı Simo olmaktan çıkaran ne varsa soyunup atar,” üstünden. Başı bulutlardadır. Konuşmaz. “İçinden şarkı söyleyen bir adam olur” çıkar. Talan varsa, talan eden aynı dili kullanıyorsa, o dili de terk eder Simo.

Maden yanlılarına göre “Umut yağar Bergama’ya. Altın’ın büyüsü birçok insanın aklını çeler: “Kızlar, yasemin kokulu saçlarını çözdü rüzgâra. Delikanlılar peşlerine düştü. Yaşlılar doğacak torunlarına hırka, patik örmeye başladı. Ellerine altın değmeden, gönüllerince zengin oldu Bergamalılar. Yer üstü cennetini böylece unuttular. Düşlerini yerin altına kurdular.”

Altına tapan sermayenin insanları, kendilerine halkın içinden yandaş bulurlar. Çünkü köylüler sigortalı, sürekli iş hayali kurmaktadır. Ve baltalar, hızarlar çalışmaya, yeşili yok etmeye başlar. Madenin kurulacağı yerde binlerce ağaç kesilir; gök ekini biçmiş gibi.

Ve Murat da madende çalışmaya başlar. Madene karşı direnen, dağlarda yaşayan Bergamalı Simo’nun oğludur Murat.

Simo’nun karısı, Murat’ın annesi Yadigar ise madenden yanadır. Oğlu Murat iş buldu ya, madende düzenli bir işi var ya... Gerçekleri görmemek için elinden geleni yapar. Ona göre her şey söylentilerden ibarettir. Maden karşıtlarının yalanlarıdır: Madende çalışmaya başladıktan sonra Murat’ın tıkanırcasına öksürüklerini, nefes darlığı çekişini, sakat doğan çocuk haberlerini, sulara karışan zehir haberlerini inatla duymak, görmek, bilmek istemez. Evet, böylelikle madene karşı olanlarla olmayanlar karşı karşıya gelir. İnsanların arasına ALTIN girmiştir.

Direnenler başka yörelerde direnenlerle dayanışırlar. İstanbul’da eylem yaparlar. Onları Türkiye’de herkes tanır. Altın madenine, siyanüre, zehire hayır deyip direnen annelerden biri şöyle der: “...En değerli varlığımıza el uzanmıştı çünkü. Demek böyle oluyormuş. Okulda okuduğumuz, evlerde dedelerimizin anlattığı Kurtuluş Savaşı’nı anımsasana Yadigar. Nasıl kalkışmış onca çarıklı, düşmana karşı! Ne karnı tok, ne sırtı pek. Ama savaşmışlar işte. Neden? En kıymetli şeylerine el uzatmışlar o zaman da ondan. Toprağımıza. Şimdi neye el uzatıyorlar? Toprağımıza. Kalkışacağız o zaman elbette.”

Sonra ne mi olur? Neler olmaz ki! Bu kitabı okumak gerek. Bu direnişe omuz vermek gerek: İda, o dağlar sadece bizim değil ki, dünyamızın; dünyamızı bezeyen nice güzelliğin bir parçası.

Sonunda Yadigar da kavrar direnişin ne demek olduğunu. Ve şöyle seslenir:

“Hem kendimedir söylediklerim, hem de bütün duymak isteyenlere. Sesim kendime tanıdık çünkü artık, konuşan benim. Bekle beni bin yıllardır Serapis’in avlusunun altından akan Selinos. Sana bu gece hiç duymadığın bir masal anlatacağım. Masaldan çok şiir belki, belki de bir destan. Al suyuna karıştır anlattıklarımı, götür Bakırçay’a, bin yılların Kaikos’una. Bakırçay taşısın Ege Deniz’ine. Oradan da tüm dünyaya yayılsın. Buradaki toprak savaşını, buradaki altın savaşını, buradaki köylü direnişini dünya döndükçe taşı sularınla dört bir yana. Çağıltına, uğultuna kat, anlat. Duymayan, bilmeyen kalmasın.

Bekle beni selinos. Bekle...”

Ferda İzbudak Akıncı, yazar sezgisiyle dünü, bugünü ve yarını görmüş. İyi de etmiş. Paylaşayım istedim kitap üzerine düşündüklerimi ve yazarın söylediklerinin özetini.

Ne yapmalı?

Ağaçlar insanı bekliyor. Yoksa çekip gidecekler. Biz, insan, böyle cüce, böyle acınası, kalacağız bir başımıza. Ağıt yakanımız bile olmayacak. Öyleyse... Koşmak gerek Kazdağları’na... Koşmak... Ve HAYIR demek.