“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.”

Koşulları değiştirmek için...

Macerası çok inişli çıkışlı, yalnız bizim ülkemiz için değil hemen hemen tüm dünya için uçurumlarla, karanlık köşelerde kadınları pusuya düşüren cinayetlerle dolu bir yılı geride bıraktık. Neden yeni olduğunu söyleyemez, anlatamayız ama yeni bir yıla girdik işte. Bizim koyduğumuz ölçülerle 2000’li yılların 22’ncisine adım attığımızı söylüyor ve nedense seviniyoruz. Geçtiğimiz yıldan daha belalı bir yıla girmiş de olabiliriz; belirtiler de öyle gösteriyor zaten. Geleceği bilemiyoruz; el yordamıyla eldeki hepsi de tartışmalı verilerden yola çıkarak tahminlerde bulunuyor kamuoyu yoklamalarına başvuruyor, ruhumuzu ısıtan öznel yaklaşımlarımızın vazgeçilmez desteğiyle, önümüze koyduğumuz hedeflere ulaşmayı umuyoruz. Bizimle aynı kanıda olmayanların hedefleriyle çarpışmak, böylece yaşadığımız zamana anlam katmak da işin tayfı geniş rengidir. Borges, Sonsuzluğun Tarihi’nde “zamanın geçmişten geleceğe doğru aktığı genel bir kanıdır, öte yandan tam aksi de büsbütün mantıksız değildir” der. (Can Yayınları, sf.16) Belki de hızla geleceğe doğru akan zamana tutunmaya çabalarken, geçmişi merak etmenin sırrını çözmek istiyordu. Evrenin sonsuzluğu içinde, bu sonsuzluk da ayrı bir sorundur ya, zamanımızdan milyonlarca ışık yılı uzaktaki yıldızları gezegenleri yani geçmişi görebilmek için uzaya bugünün ölçüleriyle olağan üstü teleskoplar göndermenin başka bir anlamı olabilir mi?

“ÖLÜYORUZ DEMEK Kİ YAŞANILACAK”

Geçtiğimiz yıl pek çok dostumuzu yitirdik. Şimdi ben onları mavi siyah bir karanlıkta parlayan yıldızlar gibi görüyorum. Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişindeki gerçeği gereksiz bir açıklıkla anlatan ürkütücü “her fani bir gün ölümü tadacaktır” yazısı aslında o kadar da korkutucu olmamalı. Borges’in Sonsuzluğun Tarihi’nde (sf.82) alıntıladığı Filozof Kral Marcus AureliusŞimdiki zaman herkese aittir, ölmek kısa mı kısa bir an olan şimdiki zamanı yitirmektir. Aslında hiç kimse ne geçmişi ne de geleceği yitirir çünkü sahip olmadığı şeyi kim alabilir ki ondan” diyerek bir ölçüde rahatlatmaya çalışır bizi ama bizim ölüm karşısında rahatlamamız o kadar da kolay değildir. Bir dostumuzu yitirdiğimiz zaman duyduğumuz içten üzüntünün izdüşümü kendi ölümümüze ağlamak gibi bir şeydir. Olsun ölüm bizi hayata daha sıkı sarılmaya, yaşadığımız zamanı daha anlamlı kılmak için çabalamaya yöneltir. İyi şair İsmet Özel’in epeyce eski bir şiirinde söylediği gibi, ölüyoruz demek ki yaşanılacak.

Yeni yıla bu kadar karamsar bir giriş yapmak pek de hoş olmadı ama ne yapayım ki yaşadığım anın değerini bilmek, yaptığım ya da düşündüğüm işleri olgun bir bilinçle yapabilmek için başka yol bulamadım. Her neyse görünen odur ki şimdi ayak bastığımız yeni yılın da kavgalı gürültülü geçeceği geride bıraktığımız yıldan kalan, reddetme şansımızın bulunmadığı terekede yüklü miktarda bir borç görünüyor. Bu borç, bu bedel ister istemez ödenecek. Kamuoyu araştırmalarının ve gönüllerden geçenlerin desteği ile yayılan ama sonunda “her şey güzel olacak” diyemeyeceğimiz iyimserliğe de ihtiyacımız var aslında. Öyle anlaşılıyor ki bu iyimserlik insanoğlunun iflah olmaz özellikleri nedeniyle rehavete dönüşme tehlikesi taşıyor. İktidarın sahip olduğu avantajları küçümsemek; her şeyin, bugüne kadar uyulmamış dikkate alınmamış “hukuka” göre yürüyeceğine inanmak ne kadar doğru olabilir ki? Seçim yasaları, yönetmelikleri şimdiki halleriyle bir dizi antidemokratik hüküm taşırken bunların bile bile göz ardı edilmesi nasıl kabul edilebilir? Birbirini izleyen bir dizi soru ve sorun var; zamansa kısalıyor. İktidara aday olan ittifak hâlâ sağla iyi gittiği varsayılan işbirliğini her geçen gün tazelerken, solun söylediklerini fazla ciddiye almaz bir görüntü veriyor. Nicelikle niteliğin öngörülmesi zor ilişkisini bilmediği için de meseleye “sizin kaç oyunuz var” penceresinden bakıyor.

SOLUN SORULARI SORUNLARI

Peki, sol nereden bakıyor? Sol genel olarak rejimin ve sistemin değişmesi gerektiği konusunda bir fikir birliğine sahiptir. Bu fikir birliğinin nasıl hayata geçirileceği konusunda ise farklı yaklaşımlar var. Solun bir kanadı, “siyasette kendi görüşlerinden herhangi bir taviz vermemek” teziyle mücadele yürütüyor. Bu yaklaşım kuşkusuz değerlidir ve savunucularına neden böyle bir tutumu savunuyorsunuz denilemez. Bu politik tutumun siyaset dışına düşmek anlamına geldiği de söylenemez. Bir diğer kesim ise sosyalistlerin ve tüm demokrasi güçlerinin geniş bir birlikle seçimlere katılacağı, Kürt siyasi hareketinin de yer aldığı bir üçüncü ittifakı savunuyor. Onların da böyle bir birliği savundukları için sosyalizmden saptıklarını söylemek kuşkusuz hem yanlış hem de haksızlık olur. Bugünlerde iki kesim arasında tartışmaları tatsız polemiklere kurban etmek ise herhalde doğru olmayacaktır.

Yazının başında, macerası inişli çıkışlı yalnız bizim ülkemiz için değil hemen hemen tüm dünya için karanlık bir yılı geride bıraktık demiştim. Hiç mi iyi şeyler olmadı dünyada? Oldu. Örneğin Latin Amerika’da sağcı iktidarlar güç yitirdi ya da iktidarı devretmek zorunda kaldılar. İbrahim Varlı Latin Amerika’daki gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde BirGün’de yazdı. Özeti şöyledir:

Bolivya, Peru, Nikaragua, Honduras ve şimdi de Şili. Son bir yılda solun-sosyalistlerin seçimleri kazandığı ya da mevcut iktidarlarını koruduğu, ülkelerden bazıları bunlar. Sırada Brezilya var. Eylül 2022deki seçimi Lula’nın kazanması halinde Güney/Orta Amerika yeniden bir sol iktidarlar kuşağının eline geçecek.

Varlı, Latin Amerika’da iktidara gelen solun homojen olmadığına da dikkat çekti. Sosyalistlerden sosyal demokratlara uzanan geniş bir yelpazeden söz etti: Meksika’dan Şili’ye, Küba’dan Venezeula’ya, Honduras’tan Arjantin ve Nikaragua’ya uzanan geniş coğrafyada iktidara gelen sol, homojen değil. Meksika, Arjantin, Kosta Rika ve Honduras sosyal demokratlarda. Nikaragua’da Sandinistler, Venezuela’da Maduro, Bolivya’da Evo Morales’in varisi Luis Arce, Peru’da Pedro Castillo kendilerini sosyalist olarak tanımlayan liderler. ABD’ye kahramanca direnen Küba sosyalist bir ülke.

Bu gelişmeyi küçümseyen yaklaşımları da anlamak mümkün. Her yerde sosyalistler kazansın, nihayet sınıfsız bir topluma, dünyaya doğru hızlı adımlarla ilerlensin istiyor insan ama biz bunun gerçekçi olmadığını biliyoruz. Bu nedenle de sosyalizmin zaferi için çalışır çabalarken, en küçük bir gelişmeyi de değerlendirmekten uzak duramayız. Emperyal kapitalizmin egemenlik alanlarında verilen mücadeleyi “bizim gibi düşünmüyorlar, işte sonuçta ortaya çıkanın sosyalizmle ilişkisi yok” türünden yaklaşımlarla yok sayamayız.

***

Her şeyden önce Marx’ın insanların tarihteki mücadeleleri ile ilgili altın değerindeki sözlerini anımsamakta yarar var. Marx’ın sınıf mücadelelerinin inişli çıkışlı karakterini açık net bir şekilde sergilediği 18 Brumaire’in girişinde yer alan, çoğu zaman ikili yapısı gözlerden kaçırılan tezi şöyledir: “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.” Öncelik insanların tarihlerini kendilerinin yaptıklarındadır. Öyleyse mücadele esastır. İkincisi ise koşulları bilmek ve değiştirmek iradesiyle hareket etmektir. Marx ünlü 11.Tez’inde de “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir” dememiş miydi?

Peki, öyleyse günümüzü de içeren tarihi, yani dünyayı yorumlamaktan ve değiştirme çabasından vazgeçmeden, hiçbir çabayı küçümsemeden ilerlemekten başka yol var mı?