Kötü anılar, iyileri törpülese de başımız sıkışınca tutunabileceğimiz iyi anılara ihtiyacımız var ve Ezgi Polat’ın ‘Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda’sı bunu bize fazlasıyla verebilen bir ilk kitap

Kötü anılar iyileri törpülese de...

ÜMİT AYKUT AKTAŞ

Endüstri mühendisi olan Ezgi Polat, 2014 başında işini bırakarak, mesai saatlerinden kurtardığı zamanı da yazıya ayırmaya karar vermiş. Edebiyatla ilgili bir blog açıp Notos Atölye’ye kaydolmuş daha sonraları öyküleri Notos, Kitap-lık, Sözcükler, Öykülem, Peyniraltı Edebiyatı, Yalnızlar Mektebi, Karahindiba, Çevrimdışı İstanbul, Dünyanın Öyküsü gibi dergilerde yayımlanmış.

Ezgi Polat’ın 'Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda' adlı ilk öykü kitabında bir iletişim aracı olarak, ateşlenip tüttürülen sigaraları, bardaklarından buhar yükselen çayları, ne konuşulacağı hesap edilirken içilen bol telveli kahveleri görüyoruz, çözülemeyen sorunların, düğümlenen boğazların es verdiği zamanlara denk düşüyor bu anlar. Yazar meramını diyaloglar vasıtasıyla okuyucuya anlatırken daha çok konuşulanlara değil de konuşulamayanlara anlamlar yüklemiş, başarısı zaten biraz da burada. Kurgu, ağırlıklı olarak öykü karakterlerinin boşlukları, eksik bıraktıkları, hasıraltı ettikleri, sustukları çevresinde dönüyor. 'Geleceksen Gel Sen De' adlı öyküsünde “Bu Murat öyle güzel susardı ki aklınız şaşardı, diyeceğim” ve yine 'Başka Yolu Yok Anladım' adlı öyküsündeki “Bu suskunluğun ardından pek de iyi bir şey gelmeyeceğini iliklerimde hissettim” cümleleri adeta suskunluğa, söylenilemeyenlere serenat edercesine kurulmuş.

Doğa betimlemeleri de diyaloglara paralel olarak kendilerine konuşma balonları yaratmayı başarabilmiş, hiçbiri zorlama, yapıştırma durmuyor, metinlerle, karakterlerin ruh halleriyle uyumlular.

'Başka Yolu Yok Anladım' öyküsünde;
“Rüzgâr şiddetlendi. Uğultuları pencereye çarpıyor. Gökyüzünde hacimli, koyu gri bulutlar. Ağaçların dalları savruluyor.”

'Encantado' öyküsünde;
“Kızılçamların gölgesi serin. Yaprakların hışırtıları sessizliği dolduruyor.”

“Gözleri dolu çenesi titrek. Ay ışığı, karanlık suların derinliğinde ışık saçan planktonlar gibi denizin yüzeyinde parıldıyor. Gerisi zifiri karanlık.”

'Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda' öyküsünde;
“Islak toprak kokuları içeri yayılıyor. Geceden kalma yağmurun kokusu bu. Sonbaharın kokusu.”

'Kumsalda Ayak İzlerin' öyküsünde;
“Patika yolun başında bir karga toprağa ceviz saklıyor. Sonradan bulamazsa yeni bir ağaç yeşerebilir orada. Karganın leşlerle yetinmesi ve orada yeni bir ağacın yeşermesi belki daha iyi.”

kotu-anilar-iyileri-torpulese-de-346458-1.

Kitaptan alıntı olan yukarıdaki pek çok cümlede doğa tasvirleri, duyguları ve kurguyu olabildiğince şekillendirmiş.

Ayrıca Ezgi Polat’ın öykü dünyasında doğa tasvirleri kadar kokular da hâkim; yağmur, ıslak çimen, sonbahar, kavun, meze, nane, fesleğen, sigara, balık, tütsümsü maskülen, sandal ağacı ve vanilyamsı kokular, ocakta eriyen tereyağı ve felçli bir bedene ait tiksinti uyandıran kokular neredeyse tüm öykülere yayılmış.

'Oyuklar' ve 'Lekeli Akıntılar' kitaptaki diğer öykülere göre kurguları daha zayıf öyküler olmasına karşın özellikle 'Oyuklar' öyküsünde mutfak sahnesindeki doğallık, ocakta eriyen tereyağı kokusu, yeni çıtlatılmış yeşil zeytinin ağzımızda bıraktığı acı tat, bizi kulağımızda 'Goche di memoria' ezgisi ile Ferzan Özpetek’in 'Arka Pencere'sindeki mutfak sekanslarına götürüveriyor.
Özellikle deniz kıyısında, Yunanca şarkıların S'agapo Giati Eisai Oraia, Mia Pista Apo Fosforo’nun (Umarım ikinci öykü kitabında Giorgos Dalaras yorumuyla S' agapo giati ise orea’ ya da yer verir) fonda, börülce, kavun, beyaz peynirin masada olduğu sinematografik bölümler Ege atmosferini, yazı, kumsalı zihnimizde başarıyla canlandırıyor.

Beni en çok etkileyen öyküler; 'Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda, Burada Tükeneceğim, Martini Etkisi, Encantado ve Parisienne' oldu. Ezgi Polat, Öykülem’de yayımlanan ve sosyal medyada da ses getiren 'Şekerkamışı' adlı öyküsünde ise bastırılmaya çalışan bir pedofili vakasını başarıyla ele alıyor, Yalçın Tosun’un benzer temalı öyküleri bünyesinde daha fazla detay barındırırken, bu öyküdeyse metaforlar işbaşında; “Döner fıskiyelerden fışkıran su, çimenlerin üzerinde gidip geliyor. Yatak başlarının duvara vuruşu kadar kararlı. Islak çimen kokuları burnumda.” Kitabı okurken aklıma şu da düşmedi değil; Hande Altaylı uzun yıllar önce öykü kitabı yazmak istiyordu ama o öykü kitabı bir türlü gelmedi. Öykü ve romanın derdini anlatış şekli çok farklı olsa da iki yazarın bazı konularda birbirine paralellik gösteren yaklaşımları var; Altaylı’nın kitaplarındaki gibi bu kitapta da kadınlar daha güçlü tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, karakterlerde yoğun bir iletişimsizlik ve hınzırca bir ironi var ama Altaylı öykü kitabını yazmış olsaydı entrikası, yasak ilişkisi ve hainlik dozu daha baskın olurdu sanırım. Finalde yer alan 'Burada Tükeneceğim' daha önce dergilerde okumadığım, erotizm ve tiksinti arasında gidip gelen diyalog gibi görünse de aslında iki ayrı monoloğu resmetmeye çalışan etkileyici ve çok başarılı bir öykü hatta iç içe geçmiş iki öykü. Yazar en sert vuruşunu finale saklamış görünüyor, cümle yapısına, öykülerin dinamik temposuna baktığımızda rahatlıkla yeni bir dille karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Kötü anılar, iyileri törpülese de başımız sıkışınca tutunabileceğimiz iyi anılara ihtiyacımız var ve 'Susulacak Ne Çok Şey Var Aramızda' bunu bize fazlasıyla verebilen bir ilk kitap.