Görüşlerini pek dışarıyla paylaşmayan, bilge kişiler vardır. Pencere kenarına oturmuş çayını yudumlayan ihtiyar ya da genç kadınlar, kahvehanede sessizce bir köşede oturup sürekli bulmaca çözen, ama bazen insanı dumura uğratacak sağlam espriler yapan adamlar… Çaktırmadan olup biteni dikkatlice izleyen bu insanların sanki başka bir gezegenden dünyayı izleme ve anlama göreviyle geldiklerini düşünürüm. O insanlarla dağda bir Yörük çadırında da, şehirde bir otobüs durağında da karşılaşabilirsiniz, sayıları az olsa da her yerdedirler.

Üniversitede okurken yazları sahilde kitapçılık yapardım kendi tezgâhımı açıp. Bir defasında, neredeyse elimdeki bütün felsefe kitaplarını alan, emekliliği yaklaşmış bir postacıyla tanışmıştım. Heidegger’e ve Spinoza’ya özel bir merakı vardı. Şaşırdığımı görünce kızdığını hatırlıyorum, felsefeyle ilgilenmek sanki sadece belli bir kesimin işiymiş, bir postacı fenomenoloji üzerine kafa yoramazmış gibi bir önyargım olduğunu o zaman fark etmiştim. Akademisyenleri bağlayan ve sınırlayan kurallardan azade olması, onun için bir avantajdı sanırım. Spinoza’yı dilediği gibi yorumlayabilirdi ve kimseye de bu yüzden hesap vermek zorunda değildi.

Geçenlerde onu balıkçı kahvesinde gördüm, önündeki gazetenin sayfalarına gömülmüş, defterine notlar alıyordu. Not alarak gazete okuması ilgimi çekmişti, izin isteyerek yanına oturdum. Gazetenin ekonomi sayfasını didik didik etttiğini görünce, merak edip sordum, felsefeye olan ilgisi ekonomiye mi kaymıştı? İzleri takip ettiğini söyledi, şirketlerin arkalarında bıraktıkları izleri takip etmeden siyasetin gidişatını anlayamazdık. “Paranın izini takip etsinler, her şeyi çözerler…”

Ülkenin gidişatı üzerine konuşurken, ayıplı bir kötü cin fıkrası anlattı, hani dilek olarak kaynanasını görmek istemeyen adamın gözlerini kör eden cinle ilgili. Totaliter iktidarlar, kötü cinlerdi ona göre ve kendi yöntemlerine göre insanların dileklerini gerçekleştirirken, ağır bedeller ödetiyorlardı. Sorun kötü cinde değil, sorun şişeden çıkan her cine inanan, kimden ne dileyeceğini bilemeyen halktaydı. Spinoza’nın kulağını çınlatarak, hurafenin ve cehaletin kalabalıklar içerisinde nasıl hayat bulduğunu anlatmaya koyuldu. Sonra defterinden, Spinoza’nın “Teolojik-Politik İnceleme”de yazdığı bir paragrafı okudu: “Kitlelerin mizacının ne denli değişken olduğunu bilenler, onlara neredeyse hiç güvenmezler. Gerçekten de kitleyi aklı değil, yalnızca duyguları yönetir. Her şeyi kör bir tutkuyla isterken, kendisini açgözlülüğe ve gösteriş merakına pek kolay kaptırır. Her insan yalnızca kendisinin her şeyi bildiğini sanır ve her şeyi kendi mizacına göre idare etmek ister. Bir şeyin haklı ya da haksız olduğunu, ondan sağlayacağı yarara ya da zarara göre değerlendirir.”

Emekli Postacı’nın okuduğu bu satırlara, Flippo Del Lucchese’nin “Machiavelli ve Spinoza’da Çatışma, Güç ve Özgürlük” adlı kitabında da rastlamıştım. Kitabı söyleyince hemen not aldı defterine ve şöyle dedi: “Spinoza’ya göre herkes tabiatı gereği başkalarının da kendi düşünce tarzına göre yaşamasını ister, ama bu çaba herkes tarafından eşit ölçüde istenecek olursa, o zaman herkes birbirine engel olur. Herkes, herkes tarafından övülmeyi ya da sevilmeyi isterse, herkes birbirinden nefret eder. Hem dışarıdan, hem içeriden izole edilmiş bu ülkede birleştirici unsurlar azaldıkça, nefretin artmasından daha doğal ne olabilir ki? İç barış sağlanmak isteniyorsa, akıl ile duygular arasında ilişki kuracak, insanları izole eden duygulardan kurtaracak mekanizmalara ihtiyaç var. Yazılı ve görsel basının bu kadar akıldan uzaklaşmış, kamplaştırıcı ve izole edici olmasından daha büyük bir tehlike göremiyorum.”

Umutsuz değildi yine de, kötü cini şişeye geri sokacak şeyi Spinoza’dan bir alıntıyla açıkladı: “Tabiatta tekil hiçbir şey yoktur ki, kendisinden daha güçlü ve kuvvetlisi bulunmasın. Var olan şey ne olursa olsun, onu yok edebilecek daha güçlü bir şey de vardır. Bir tiran, sırtını her zaman, bölünmüş ve yalıtılmış bireylerin oluşturduğu ayrışmış bir gruba dayar.” Tiranın sonunu getirecek şey, bireyleri hem tekilleştiren, hem de kolektif hale getiren çokluğun aklı olacaktı ve o akıl kendisini Gezi’de bir kere göstermişti, oradaydı. Çaylar tazelenirken, çoktan gazetenin sayfaları arasında kaybolmuştu. Hayata inanmak böyle bir şeydi. Pencereden gelen denizin kokusunu içime çektim…