Şimdi diyeceksiniz ki ne saçma başlık. Hiç “kötü haber bağımlılığı” diye bir şey olabilir mi? Üzgünüm ama böyle bir şey var. Hatta çoğumuz bundan mustarip olabiliriz. Telefonu elimize alıp sosyal medya akışını kaydırmaya başlayınca eğer kendimizi durduramıyorsak bu sendrom bize de musallat olmuş demektir. İngilizcede adını bile koydular: Doomscrolling. Özellikle Covid-19 haberlerinden sonra bu tanım yaygınlaştı. Doomscrolling’in dümdüz çevirisini yaparsak “kıyamet kaydırması” diyebiliriz ama bu bence iyi anlatmıyor. Ekşi Sözlük’te kavram hakkında ilk ve tek girişi yapan, (20 Temmuz 2020) aynı zamanda sözlüğün kurucusu da olan ssg’nin (Sedat Kapanoğlu) çevirisi daha iyi: Felaket Kaydırması. Bu çeviriye temel aldı mı sormadım ama “felaket tellalı” benzetmesini de hatırlattığı için daha doğru geliyor kulağa. Doom aynı zamanda “kötü haber” anlamına da geldiği için dümdüz “kötü haber kaydırması” da diyebiliriz ve bu daha anlaşılır olur. Kısaca, en kötü ve iç karartıcı haberleri gördükçe veya görene dek kaydırma bağımlılığımıza deniliyor.

Bu haftaki Köşe Vuruşu’nu felaket kaydırması denilen illet üzerine düşünmeye ve onunla nasıl mücadele etmek gerektiğine ayırmak istiyorum.

ÖNCE FARKINDALIK!

Yaşadığımız dönem bize özellikle kötü gelse ve her şey kötüye gidiyormuş gibi gelse, belki gerçekten öyle olsa da “kötü haberler” hep vardı. Biz onları saniyesinde alsak da vardı almasak da vardı. Öyle ki Stefan Zweig bile 1939’da yazıp daha da öncesinden bahsettiği Dünün Dünyası kitabında “Bombalar Şanghay’ı yerle bir mi etti? Avrupa’daki odamızda daha yaralılar evlerden çıkarılmadan haberimiz oldu bundan. Denizin binlerce mil uzağında olup bitenler anında gözümüze sokuldu. Sürekli karşı karşıya kaldığımız bilgilendirme ya da olayların içine dahil edilme olgusuna karşı korunmasız ve çaresizdik” diyerek bundan yakınıyordu. Zweig’in bahsettiği dünya; telgrafın, radyonun dünyası. Bugün sosyal medya ve internetle birlikte kendi kendimizi maruz bıraktığımız “kötü haber” yoğunluğunun aslında ne kadar doğamıza aykırı olduğunu buradan da anlayabiliriz. Daha korunmasız ve çaresiz durumdayız.

KİŞİSEL DENEYİMİM

Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı (Can Yayınları, 2015) isimli kitabımın araştırmasını yaparken iki yıl gazete arşivlerinde gezdim. O günlerde şunu anladım ki, bütün felaketler ve kötülükler bizim neslin başına gelmiş gibi düşünürken aslında biraz kibirli davranıyormuşum. Bugünkü sosyal medya deneyimimde, “felaket kaydırması” yaparken aman Allah’ım ne kadar kötü bir döneme denk düştük dedikçe kendime bunu hatırlatıyorum. Kötü şeyler hep oluyordu, belki daha kötüleri oluyordu ama sınırlı kısmından haberdar oluyorduk. Örneğin; cinayet ve kaza haberlerinin olduğu, gazetelerin üçüncü sayfaları diye bir gerçeklik vardı. Şimdi o cinayetlerin çoğu birer trend topic konusu ve tekrar tekrar önümüze geliyor ve etkisi de büyüyor. “Bunları görmezden gelelim veya aslında her şey o kadar da kötüye gitmiyor” demiyorum kesinlikle. Söylemeye çalıştığım şey bunlara bu kadar yoğun şekilde maruz kalmanın psikolojimiz üzerinde pek iyi sonuçlarının olmayacağı. Daha önce bu köşede bahsettiğim “merhamet yorgunluğu” yani hepten duyarsızlaşma bunun sadece bir sonucu. Felaket Kaydırmasıyla ilgili New York Times’ta bir yazı yazan (You’re Doomscrolling Again. Here’s How to Snap Out of It.) Brian X. Chen, pandemiden sonra “mola” kavramının değişmesiyle ilgili uyarıyor. Özellikle evden çalışanlar için daha önce öğle yemeğine çıkma gibi alternatifi olan molalar da ekran başına hapsolduğu için “felaket kaydırması” artık daha önemli.

İYİ HABERİM NE?

“Peki, iyi haberin ne?” diye soracak olursanız, bunun adını koymak diyebilirim. Çünkü bu farkındalık kazanmanın ilk adımı. Sosyal medya akışımızı kaydırdıkça kötü haber geliyor ve kendimizi durduramıyorsak şu anda “felaket kaydırması” ya da “kötü haber kaydırması” yapıyorum diye kendimizi uyarabiliriz. Bunun ikinci adımı “Buna gerek var mı?” diye kendimize sormak olabilir. İnternet ve sosyal medya öncesi çağı yaşadıysanız önceki habere maruz kalma deneyiminizi düşünün. Sabahtan bir gazete okunurdu veya akşam bir haber bülteni izlenirdi. Sosyal medya ve haber medyası kullanımını da böyle planlayabiliriz. Her şeyi “son dakika” öğrenmek ve sürekli kötü haber seline kapılmak “duyarlılığın” bir şartı değil. Kötü şeyleri değiştirmek için illa ki onlara her dakika maruz kalmak gerekmiyor. Sonumuzun hepten duyarsızlaşma olmasını istemiyorsak tabii.