Eren Bülbül Trabzon’un Maçka ilçesinde yaşayan 15 yaşında bir çocuktu. Çocuk olduğu halde ve hiçbir güvenlik tedbiri alınmaksızın, “teröristlerin yerini göstermesi için” çatışma riski yüksek bir bölgeye götürüldü. Çıkan çatışmada bir uzman çavuşla birlikte yaşamını yitirdi.

Eren’in ölümünün ardından kuzeni Ali Bülbül “15 yaşında çocuğa ne yelek giydirme ne bir şey. Kendileri yelek giymiyor ki çocuğa yelek giydirsinler. Bunu oraya yem olarak götürüyorlar. Orada bizimki vuruluyor. Çocuğu yanlarında götürüyorlar pusuya düşüyorlar” demişti. Annesi Ayşe Bülbül ise “Eren’in oraya götürülmesi yüzde 100 değil, binde 1000 ihmaldir. Eren’i cuma namazından sonra bekleyip alıp gitmenin sonucunu istiyorum. Başbakanımızdan, bakanımızdan, yetkililerden Eren’in oraya neden getirildiğini öğrenmek istiyorum” dedikten sonra ekliyordu: “Benim çocuğum şehit olmak isterdi ama askerde şehit olmak isterdi, kapının önünde değil.”

On beş yaşında bu dünyadan göçüp giden Eren geçtiğimiz günlerde bir kez daha akıllara geldi. Böylesine kolay ölmüş olması dert edilmiş miydi, sorumlular kimdi, ihmal var mıydı, başlatıldığı iddia edilen soruşturma ne âlemdeydi kimsenin umurunda değildi ama seçimler yaklaşmıştı, Trabzon’da miting vardı, vekil adayları tanıtılacaktı. Eren’in annesi kürsüye çağrıldı, o ağlarken “Reis” kırmızı bir kutudan bir anahtar çıkartıp kalabalığa doğru salladı, Eren’in annesine bir ev hediye ediliyordu. Kalabalık çılgınca alkışladı, anne Ayşe Bülbül ise ağlamaya devam etti.

İnsan canı ve insan kanı hep ucuzdur bizim memlekette. “Devletin bekası” dediğiniz anda akan sular durur, yaşam hakkıdır, insan hakkıdır bir kenara atılır. 7 Haziran seçimlerinin sonrasını hatırlayalım hemen. Türkiye tarihinin sonuçları fiilen tanınmayan tek seçiminden bahsediyoruz. O seçimlerin yenilenmesi için ülkenin içine sokulduğu şiddet girdabını hatırlayalım, Suruç’ta yitirdiğimiz gencecik insanları, Ankara’daki Gar saldırısında ölen arkadaşlarımızı… Hepsi 1 Kasım seçimlerine giden Türkiye’de siyasetin ve toplumun kan ve şiddet aracılığıyla dizayn edilmesi planının bir parçasıydı ve o plan başarılı da olmuştu.

Şimdi yine benzer şeyler deneniyor. On altı yıldır akla gelmeyen Kandil ne tesadüftür ki seçime gidilirken birden bire akla geliveriyor; dümdüz etmekten, taş üstünde taş bırakmamaktan, bayrak dikmekten söz ediliyor, yeni sürprizler hazırlanıyor. Suruç’ta ise yine bir provokasyon, yine bir çatışma yaşanıyor, insanlar ölüyor, yine insan canı ve kanı üzerinden oyunlar oynanıyor.

Sebastian Haffner, Türkçesi geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Bir Alman’ın Hikâyesi Hatırladıklarım (1914-1933)” adlı kitabında, iktidara gelişine tanıklık ettiği Nazizm için “kötülüğün ve ahmaklığın büyümesi” tabirini kullanıyor. Kötülüğün büyümesinin biz de birebir tanıklarıyız bugün. Kürsüden kitleye o anahtarı sallamaktan bir yavru köpeğin bacaklarını kesip ormanlık araziye atmaya, seçim için dağı taşı bombalamaktan insanları dükkânlarında öldürmeye uzanan bir yol var. Kötülüğün yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmesiyle, kötülüğün sıradanlaşmasıyla, insanların ve diğer canlıların hayatlarının değersizleşerek siyasi komploların ve kirli maddi çıkarların basit birer aracı haline gelmesiyle ilgili tüm bu yaşadıklarımız.

Kötülükle birlikte ahmaklık da büyüyor elbette ve ahmaklığı büyütmek için yalanın da büyümesi, çoğalması, pervasızlaşması gerekiyor. Tarih, her gün yeniden yazılıyor, eğiliyor, bükülüyor. Tek parti döneminden yedi sekiz yıl sonra doğduğu halde tek parti döneminin ilkokullarında okuyabilenler, MR ve ultrasonun tarihini kendi iktidarları ile başlatanlar, köpeklerin çektiği ambulanslardan bahsedenler, “ekmek kuyruklarını, tüp kuyruklarını, ilaç kuyruklarını biz bitirdik” diyenler, yıllar önce açılmış havaalanlarını ya da üniversiteleri kendilerinin açtıklarını söyleyenler bir yalanı büyütmeye, çoğaltmaya devam ediyorlar. Çünkü ahmaklıkla yönetiyorlar, çünkü yönetebilmeleri için ahmaklığın büyümesine ihtiyaçları var. Kötülük, yalan ve ahmaklık birbirini besliyor, birbirinden güç alıyor, ancak birlikte var olabiliyor.

Nazım bir şiirinde şöyle diyor: “dua yalan söylüyorsa/ninni yalan söylüyorsa/rüya yalan söylüyorsa/ meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ay ışığı/söz yalan söylüyorsa/ses yalan söylüyorsa/ellerinizden geçinen/ve ellerinizden başka her şey/herkes yalan söylüyorsa/elleriniz balçık gibi itaatli/elleriniz karanlık gibi kör/elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun/elleriniz isyan etmesin diyedir.”

“Ellerimizden geçinen” örgütlenmiş kötülük, yalanı bir ahmaklaştırma aracı olarak ve “ellerimiz isyan etmesin” diye kullanıyor. O yüzden kötülükle, yalanla ve ahmaklıkla aynı anda mücadele etmek gerekiyor; asıl meselenin “ellerimizden geçinmeleri”, yani bu sömürü düzeni olduğunu hiç unutmadan ama.