Kötülüğün sıradanlaşması-2

Dünkü BirGün’ün manşeti, “Yandaş medya bile bu kadar abartmıyor” idi... Söz ettiği konu da Danıştay Başkanı’nın OHAL ve KHK’lerle ilgili sözleri...

Kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen törende Danıştay Başkanı, OHAL ve KHK’leri, “devletin terör örgütünden temizlenmesi ve demokrasinin korunması” amacına bağlarken, bunlarla kişilerin hak ve özgürlüklerine bir sınırlama getirilmediğini söylemekte!

Bir de, Anayasa değişiklikleri ile kuvvetler ayrılığının belirginleştiğinden söz ediyor ki, breh, breh, breh!...

Temsil ettiği yer nedeniyle hukuk devletinden, hukukun üstünlüğünden, insan hak ve özgürlüklerinin vazgeçilmezliğinden söz etmesi gereken ve de vatandaşın hak ihlallerine karşı koruma beklediği kurumun başındaki kişi, kalkmış, ülkedeki bunca insanın mağduriyetini, hak ihlallerini görmezlikten gelebilmekte!...

Kötülüğün sıradanlaşması dediğim de işte bu!

İnsanlar, hatta kurumlar, siyasetçiler, partiler, iş dünyası vs. kötü olabilir; çıkarları söz konusu oldu mu, başkalarının hayatını karartmaktan çekinmeyecek çok insan vardır.

Bunlara karşı tek korunak ise-en azından bugün için- hukuk devleti ve hukukun üstünlüğünün kabulü ile insan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması. Modern bir devlette, vatandaşlar için birincil güvence buralarda; anayasaların birincil sorumluluğu da bunlarla ilgili.

Bu korunakların hiçbir ülkede mükemmel işlediğinden söz edemeyiz belki. Yine de, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının işlerliği nedeniyle hak ve özgürlükler açısından daha iyi koruma sağlayan ülkeler ile güvencesiz ülkeler arasında ciddi ayırımlar olduğuna kuşku yok.

Bu ülkeye baktığımızda ise, her zaman ikinci ülkeler gurubunda yer aldığını görüyoruz. Buna karşın şimdiki durumu, ancak “vahim” diye niteleyebiliriz. Evet, hâlâ demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı gibi kavram ve kurumlardan söz ediliyor ama artık bunlardan anlaşılanlar başka!

Örneğin demokrasi deyince artık tek adam yönetimini, hukuk devleti deyince torba yasalarla KHK’leri ve keyfi hukuku, yargı bağımsızlığı deyince iktidara iliştirilmiş (embedded) yargıyı, hak ve özgürlük deyince de ya ipsiz sapsız konuşanların ya da bindiği arabanın türküsünü söyleyenlerin özgürlüğünün anlaşıldığını yadsımak kolay değil.

Kolay değil; çünkü hak ihlalleri saymakla bitecek gibi değil; hukuk ve yargı ise bunlara karşı ya sessiz, ya da bunların nedeni konumunda!

Örneğin, gazetecileri mi, akademisyenleri mi, işlerinden olanları mı, pasaportları ellerinden alınanları mı, kapatılan üniversiteler ile dernekleri mi sayalım?

Yoksa, terörle mücadele derken, kentlerin yıkıp yakılması, insanları evsiz kalması, bu insanları seçtiği belediyelerin kayyuma teslim edilip, siyasetçilerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasından mı söz edelim?

Ya da, anayasa değişiklikleriyle ilgili referandumun OHAL altında yapılmasını, referandumda “hayır” diye kampanya yapanların karşılaştığı tacizleri, mühürsüz oyların geçerli sayılmasını mı hatırlatalım?

Bunların hangisi hak, hukuk, özgürlükle açıklanabilir? Ya da bu hak ve özgürlük ihlalleri içinde gerçekten “terörle mücadele” iddiası altına konulabilecek kaç olay, kaç kişi bulunabilir?

Örneğin, işten çıkarılanlardan kaç kişinin dosyası incelendi ki, bu ihraçlar “terörle mücadele” etiketi altına sokulabilsin?

Eğer Başkan’ın dediği gibi hak ve özgürlükler kısıtlanmamış olsaydı, bugün, işinden olurken canına kıymaya kalkışanları değil, idare mahkemelerinde hak arayanları görürdük.

Onun yerine, hak arayamadığı için intihar edenleri görüyoruz bu ülkede... Nuriye Gülmen ve Semih Özakça gibi, işini geri almak için açlık grevinden başka çare bulamayanları görüyoruz. Yalnızca onları, başlattıkları grev 60 günü geçmişken karşılaştıkları sağlık tehlikesini düşünmek bile, bu ülkedeki hak ihlallerinin geldiği boyutu görmek için yeter!

Danıştay Başkanı da, tutmuş, OHAL ve KHK’lerin hak ve özgürlükleri sınırlandırmadığından söz ediyor!

Biliyoruz, ilişik olmak bunu gerektiriyor ama, biz de Arendt’i hatırlayıp, “kötülüğün sıradanlaşmasından” nasıl söz etmeyelim!

Kötülüklerin sınırı da yok. Örneğin Atatürk’e saldırı ve hiçbir ölçüye sığmayan o çirkef sözler..! Onlar da kötülüğün başka bir hali değil mi..!

Bunlar karşısında, ne Atatürk’ü anlatmak ne bu ülkenin ve hepimizin ona olan borcundan söz etmek ne de havsala dışı hakaretlerin iğrençliğinden söz etmek istiyorum. Bu insanlara bunları hatırlatmak bile zül geliyor bana..! Yalnızca, bu hakaretlerin bir kaç kendini bilmezin hezeyanı olarak görülemeyeceğini söylemek isterim.

Kendilerinin cüreti başka, bunları tarihçi diye televizyon programlarına, üniversitelere konuşmacı diye çağıranların ki başka ki, arkalarında kimler var diye sorulmasını gerektiriyor! Öyle olmalı ki, hem kötülük tohumları saçan bu insanlar kendilerine yer ve alan bulabilmekte hem de hakaretlerinin boyutu her geçen gün artmakta.

Tamam, bunlar ilk değil; son olmayacakları da belli... Asıl dertlerinin nerelere kadar uzandığı da bilinmiyor değil!

Ancak, bu gidişle, “her gün ama her gün toplum daha da ikiye bölünürken, bu kadar kışkırtmanın sonucunun birbirimize düşmekten başka bir şey olamayacağını” nasıl görmezler diye düşünmemek mümkün mü? Yoksa, -kanlı, kansız, artık nasıl olacaksa- muratları bu mudur diye mi sormalıyız!...

Umarım, geçmişte bizleri niyet okumakla suçlayıp Siyasal İslam’da özgürlük arayanların bugünkü hayal kırıklıklarının daha büyüğünü gelecekte yaşamayız! Tabii, siyasal ve toplumsal muhalefet aklını başına toplayabilirse...