Karl Marx da ortaya Voltaire ile benzer bir görüş atmıştı. “Sermaye ölü emektir. Ancak canlı emeğin emilmesi ile vampirlere özgü biçimde hayat bulur. Ne kadar emerse o kadar hayat bulur” diyordu o da…

Kötülük 100 yaşına bastı

Ferhat Uludere

Nosferatu; uzun tırnakları, sivri dişleri ve çirkin yüzüyle beyazperdede arz-ı endam edeli tam tamına yüz yıl oldu. Hollywood sineması sayesinde bugün bir arzu nesnesi haline gelen vampirin sinema macerası da böylece başlamış oldu.


Bram Stoker’ın Dracula adlı romanından uyarlanan Nosferatu, Bir Dehşet Senfonisi, 1921 yılında çekilmiş ve 1922 yılında ilk defa seyirciyle buluşmuştu. Fakat uyarlama telifsiz yapıldığı için film kısa bir süreden sonra sinemalardan kaldırılmıştı. Filmin bu kısa vizyon macerası peş peşe çekilecek vampir filmlerinin de yolunu açmış oldu. Günümüzün sinema dilinde sonsuz güzellik ve arzu ile özleşen vampir vakti zamanında Kont Orlok adında çirkin bir derebeyi… Herkesi rahatsız edecek derecedeki çirkinlik sadece vampirin kötülüğüne değil toplumdan dışlanmışlığına da vurgu yapıyordu. Max Schreck’ın başarılı performansıyla yarattığı kahraman vampir sinemasının belki de dış görünüşü en kötü kahramanı da oldu… Sadece dokuz yıl sonra çekilen ve ilk resmi Dracula uyarlaması olan filmde Kont Dracula’yı Bela Lugosi canlandıracaktı… Macar kökenli oyuncu Bela Lugosi şöhretli biri değildi o yıllarda ve Dracula rolünü onun alması da oldukça tartışma yarattı. Ama herkesten daha düşük bir ücrete razı olması yapımcının oldukça işine geliyordu. Dönemin eleştirmenlerine ve bilinen kaynaklara göre Lugosi’nin performansı, Dracula rolünün temellerini de attı. Yavaş yürüyüşü, konuşma şekli ve ölçülü davranışları Lugosi’nin Dracula için belirlediği özelliklerdi. Böylece daha gerçek bir ölü ve daha korkutucu bir derebeyi ortaya çıkmıştı. Lugosi şöhretini Dracula ile artıracak sanılırken tam tersi oldu. Başarılı performansı onu başka yönetmenlerden ve filmlerden uzaklaştırdı ve korku filmlerine hapsetti. Yani Dracula’nın ilk kurbanı o oldu…

Dracula’nın ait olduğu sınıf önemliydi; 1897 yılında yaratılan bu korku figürü bir derebeyiydi. Toprak sahibiydi yani ve iktidarı elinde tutuyordu. Yeni gelişen ekonomik ilişkiler ve yeni sınıf artık feodalizmi ve onu ayakta tutanları kötü olarak görüyordu. Kont, taşradan kente gelecek ve burada korku salacaktı.
O günün şartları için böylesi oldukça olasıydı. Çünkü vampir her zaman toplumun içinde değişik şekillerde boy göstermişti… Halk için onlar birer korku anlatısı iken filozoflar ve yazarlar için değişik metaforlar halini aldılar… Mesela Voltaire vampirlerin ne olduğuna dair görüşlerini şöyle açıklıyordu. “Gerçek kan emiciler mezarlarda değil, aramızda. Borsa spekülatörleri, tüccarlar ve işadamları halkın kanını her gün emmekteler. Bunlar kesinlikle ölmüyor ama yaşarken çürüyor.”

Karl Marx da ortaya Voltaire ile benzer bir görüş atmıştı. “Sermaye ölü emektir. Ancak canlı emeğin emilmesi ile vampirlere özgü biçimde hayat bulur. Ne kadar emerse o kadar hayat bulur,” diyordu o da… Tüm bunlara karşılığı derebeyimiz meşhur sözüyle veriyordu. Kan hayattır…”

Kullanışlı vampirler

Amerikan korku sineması her zaman bir alt tür olarak kalmakla birlikte Amerikan muhafazakârlığının sarsılmaz temellerini korumak için de kullanıldı. İdeoloji topluma zararlı olarak gördüğü her şeyi sinemada gösteriyordu.

Korku sinemasını kullanan egemen ideoloji elbette vampirleri de kullanacaktı. Hatta bunu onu popülerleştirerek yapacaktı. Joel Schumacher imzalı The Lost Boys / Kayıp Çocuklar, vampirlerin egemen ideolojinin eline geçtiğinin en açık göstergesidir. Altmışlı ve yetmişli yıllarda dünya gençliği egemen ideolojiye müzikle, sanatla ve alternatif yaşamlarla kafa tutuyordu ve iktidar bundan rahatsızdı. Geleceğini korumak için ailelere çocuklarını rock müzikten uzak tutması öğütleniyordu. Ama bu yetmezmiş gibi “heavy metal” diye bir baş belası çıkmıştı karşılarına. Müzisyenler mahkemelerde yaptıkları müziği savunmak zorunda kalıyordu. The Lost Boys böyle bir ortamda, 1987 yılında çekildi. Film kocasından ayrılmış bir kadının çocuklarını alarak başka bir kente taşınmasıyla başlıyor. Bu yeni kasabada evin büyük oğlu yeni arkadaşlar ediyor. Punk, rock ve heavy metal dinleyen, deri kıyafetler giyen ve ailelerine başkaldırmış çocuklar geceleri toplanıyor ve bu toplantılarda başta şarap sonra da kan içiyorlar… Bu çocukların vampir oldukları anlaşılıyor ve büyük oğlan vampir oluyor… Bu esnada bambaşka bir şey daha yaşanıyor. Kadın yeni kentte çocuklarının durumundan habersiz bir adama aşık oluyor. Yine sonra anlıyoruz ki bu adam vampirlerin lideri… Yani sistem bir film üzerinden onun istemediklerini yaparsan başına gelecekleri göstermeye çalışıyor. “Sokaktaki punkların arasına karışmayın onlar tehlikeli” diyor, kadınları yeni sevgililer konusunda uyarıyor. Hatta aşkla değil çocuklarınla meşgul ol diyor…

Muhafazakâr değerleri korumak için göreve başlayan vampirler ahlaki görevlerinin hemen arkasından popüler kültürün bir parçası haline de geldiler… Amerikan sinemasının konu sıkıntısı çekmeye başladığı yıllarda yıllarca göz ardı edilmiş vampirler birinci sınıf yönetmenlerin ilgisini çekti ve sinema sektörünün bir parçası haline geldi… Bunun en önemli örneği Tony Scott imzalı 1983 yapımı Hunger / Açlık oldu. Catherine Deneuve, David Bowie ve Susan Sarandon gibi dönemin şöhretli isimleri vampir olmak ve kan emmek için sıraya girmişlerdi artık. Belli ki bundan sonra başka bir dönem başlayacaktı. Asıl mesajı zaten filmin kendisi değil açılış sahnesinde çalan şarkı veriyordu… Dönemin müzik gruplarından Bauhaus karanlık bir barda karanlık bir sahnede Bela Lugosi’s Dead adlı şarkısını söylüyordu. Yani Bela Lugosi ile simgelenen vampir mitolojisinin değiştiğini haykırıyordu artık. Bela Lugosi ölmüştü ve yeni bir dönem başlayacaktı, bu yeni dönemde vampir popüler olacaktı. Onun gücü büyüdükçe küçük bütçeli yapımlarla muhafazakârlık pompalanacak büyük bütçeli yapımlarla ise insanların cebindeki paranın sinemaya akması sağlanacaktı. The Twilight Saga ise gelinen şimdilik son nokta olacaktı. Ve Bela Lugosi öldü artık The Twilight Saga’nın yakışıklı vampiri Edward’ın devri başladı.