Klasik Anarşizm de dahil olmak üzere birçok ideoloji insan doğasını tanımlama konusunda tezlere sahiptir. Bu saptamalar beraberinde neyin, kime göre iyi olduğu gibi bir sorunu gündeme getirse de, iyi, en dar anlamıyla, “ötekine zarar vermeme” olarak tanımlanabilirdi. İnsanın doğuştan iyi olduğu, daha açık bir ifadeyle, insan doğasının iyiye ve güzele meylettiği iddiası yalnızca klasik anarşistler tarafından değil aynı zamanda dinler ve diğer çoğu ideolojiler tarafından da fazlaca vurgulandı. İnsan doğası iyiydi ve fakat insan kendi kontrolü altında olmayan bazı faktörler (şeytan, kapitalizm, ideolojiler vb.) tarafından kötülüğe itiliyordu. “Kötü” insanın dışındaydı. Dinler, kötülüğü şeytana havale ederek kurtulmaya çalıştı. Şeytan/Mephisto/Lucifer/Diablo ya da Azazel her türlü kötülüğün kaynağı olarak, aslında özünde iyi olan insanı ayartmak ve onu kötüye yöneltmek için çalışıyordu. Şeytanın adı insanlık tarihi boyunca değişti. Kötülük ondan soruluyordu ve insan şeytan sayesinde kendisini temize çekiyor ve kötüyü şeytana ya da diğer etkenlere havale edip, kendi yarattığı “iyiler” üzerinden birlikte yaşayabilme yollarını arıyordu.

Oysa insan iyiliğe de kötülüğe de ev sahipliği yapan bir bedene ve bu ikisine her daim farklı anlamlar vererek farklı yaşama pratikleri sergileyen bir akla sahipti. Kötülük ve iyilik, birinin diğerine onlara verilen anlamlarla üstün kılındığı ikiz kardeşlerdi.

Ancak kötülüğün ve kötü olanın gücü, insanı insan yapan “arzu”nun, bitmek tükenmek bilmeyen ve bilmeyecek olan taleplerinin doğal bir parçası olmasındandı. Ve kötülük olduğu gibi olandı. Oysa iyilik, kötü olanı saf dışı bırakmak, birlikte yaşayabilmek için ya da en basit tabirle zarar görmemek için ulaşılması gereken bir hedef olarak önümüze konulan metafizik bir haldi. Kötülük kendisi gibiydi. Olduğu ve göründüğü gibi. O, sürekli bir aşkınlık ve yücelik arayışında olan insan arzusunun gerçek evladıydı. İyilik ise, kötülüğün unutturulması ve vicdanların temize çekilmesi, aşırılığın üstesinden gelinebilmesi için üzerine daha fazla düşülen ve tam da bu yoğun ilgiden dolayı kendisi olmaktan çıkmış diğer evlattan başka bir şey değildi. İyilik vardı ama varlığı hep kötülüğün yok edilmesine ya da azaltılmasına bağımlı kılınmıştı.

İyilerin sürekli kazandığı, kötülerin mutlaka cezalandırıldığı yalanları, birlikte yaşam etiğinin merkezine konumlanmış olsa da gerçek bu değildi. Kötülük insanlık tarihinde her daim en has yerleri almış ve kaynağı olan insan –bildiğimiz haliyle- var oldukça almaya da devam edecekti.

İnsanı bir tür olarak evrenin diğer kısmından ayıran, merkeze oturtan ve türlü iyiliğin kaynağı olarak gösteren felsefe, söylem ve ideolojiler -bir mızrak gibi- çuvala sığmamaktadır. İnsan bedeni iyilik ve kötülüğün vatanıdır ve kötülük insan arzusunun onun aklıyla birleşmesinden oluşan hakiki evladıdır. O nedenle insanın kendisinden ayrı gördüğü ve iyiyi ve kötüyü bilmeyen hayvan aslında insanlaşmış; insan ise hayvanı gördüğü aşağı konuma kendisi geçmiştir. Çünkü hayvan kötülük yapmaz. Bir insanın bir başka insana söylediği incitici söz kötülükken, bir hayvanın diğer bir hayvanı öldürmesi bile kötülük değildir. Çünkü kötülük insan aklına ve arzunun o akıl süzgecinden geçişine mahsustur ve her şeyden önce farkındalık içerir. Hayvansa nefret bile etmez. Durup dururken kendi türünü öldürmez ve yemez. İşkence etmez. Can çekiştirmez. Oysa insan “elinin altında” gördüğü kendi türüne her türlü işkenceyi yapmıştır ve o insan “elinin altında” kaldığı sürece yapmaya da devam edecektir.

Peki kötülüğe karşı durmak için “iyi” olmak mı, kötü kadar kötü olmak mı gerekiyor? İlkinin işe yaramadığı biliniyor. Asla yaramadı. İkincisi ise ilkini üretmekten başka fayda vermiyor. Öyleyse yapılacak şey kötülüğün kaynağı olan ‘arzu’nun politikasını üretmek ve daha da önemlisi birlikte yaşam pratiklerimizi kökten değiştirmektir.

Birlikte yaşam pratikleri kötülüğün zemini ve en verimli toprağıdır.