Bizim ufaklık dertli. Bir erkek öğretmeninden yakınıyor. Ben o kişinin öğrencilerine bakış açısını, onlara nasıl davrandığını, yaklaşımının düşünsel boyutunu, kim(ler)den ne yanda durduğunu soramıyorum. Bir anda içime çöken acı buna izin vermiyor. “Bundan iki gün önce 27 Ocak’ta,” diyorum, “ama 53 yıl geçti…” Dalıyorum gençliğime, TÖS zamanlarına, suskunluğumu bozana dek ufaklık “Ne?” diye…

“Köy Enstitüsü uygulaması Hasan Ali Yücel'in 1946'da Milli Eğitim Bakanlığından ayrılmasına değin sürdü. Yücel'den sonra Milli Eğitim Bakanı olan Reşat Şemsettin Sirer zamanında Köy Öğretmen Okullarına dönüştürüldü. Bu okullar da Demokrat Parti döneminde 1954 yılında kapatıldı…

Erdal Atıcı-Anadolu’da Aydınlanma Ateşi Yakanlar(Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları) izinleriyle, alıntılardan oluşan bir derlemem var senin için ufaklık…”

“Suyolu kazarak, taş, kiremit, tuğla ve tahta taşıyarak, çukur kazıp fidan dikerek, buğday arpa ekip biçerek, çatı kapatıp kiremit döşeyerek, okuyup öğrenerek, düşünüp tartışarak geçiyordu günler. Kovandaki arılar gibi çalışan, kaynaşan bir toplumduk. Cennet dedikleri şey bundan başkası olamazdı… 1943 Nisan’ının ilk haftasında Bakanlık yetkilileri ders yaptığımız yere geldi. Mümtaz Sayın öğretmenle Yurt Bilgisi dersi yapıyorduk. Konu, “devletin vatandaşa karşı görevleri” idi. Yetkili, devletin vatandaşa karşı görevlerini anlatmamı istedi benden. Tabii konuşamadım. O kişi öğretmene döndü: “Çocuğun konuşamamasını kusur saymıyorum. Bunlar yedi yüzyıldır konuşturulmadıkları için durumu doğal karşılıyorum. Konuşturun bunları. Konuşturun ve düşünmeye, Anadolu’da Aydınlanma Ateşini Yakanları düşündüklerini rahatça söylemeye alıştırın. İlk yapılacak iş bu…” dedi. Bu yetkilinin Tonguç olduğunu sonradan öğrendim. Söylediği bu sözler Köy Enstitülerinin ana ilkesini de dillendiriyordu… Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun izlenimlerinden bir bölümcüğü de görelim: “Ben öğrenme sevincinin ne demek olduğunu Köy Enstitülerinde gördüm. Bir gün Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gitmiştik. Okulun kocabaş hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş. Shakespeare okuyordu. Okuduklarını nasıl kavradıklarını da ertesi günü oynadıkları piyeste gördük… İki sene içinde doğru dürüst çeviri yapacak kadar dil öğrenen, bir motosikleti son cıvatasına kadar söküp takabilen, heykel dökmesini öğrenmiş, resim yapmasını bilen, saz, mandolin, akordeon çalan öğrenciler gördüm. Dergi çıkarıyorlar, köylerinde olup biteni yalın, düz bir dille yazıyor, anlatıyorlardı…” (Mahmut Makal’la Söyleşi)”

“Köy Enstitülerini o günkü şekil ve uygulamalarıyla açılması anlaşılıyorsa açılamaz, açılmamalı. Yeniden açılmayı temel ilkelerin uygulamaya konulması şeklinde anlarsak elbet açılmalı. Nedir o ilkelerden bazıları? Parasız eğitim, geniş kitleye öncelik veren eğitim, ülke gerçeklerine uyan iyileştiren eğitim, uygulamalı eğitim, üretim amaçlı eğitim, halkın yönetime katılmasının önünü açan eğitim, bölgesel kurumlaşmalı eğitim vb… Köylerdeki çocuklar, gençler, yetişkinler birlikte düşünüldü. Böylece geniş kitle çocuklarının yönetime katılmaları kolaylaştı. Bölgesel ve parasız yatılı kurumlaşma olduğundan köy çocuklarının her kademede eğitim haklarını kullanmaları kolaylaştı. Halkın katılımı sağlandığından on beş yıl gibi kısa bir zamanda sonuca ulaşılabileceği planlandı. - Köylerin sosyal, toplumsal, ekonomik kalkınabilmesi için öğretmene okul dışı görevler verildi. Eğitim kurumlarında modern pedagojik kurallar uygulandı. (Mustafa Aydoğan’la Söyleşi)”

“Köy Enstitüleri toplumsal bir dönüşümün, değişimin başlangıcıdır. Bu dönüşüm ve değişimin her günü başlı başına bir anıdır. Birini anlatayım… Sınıf arkadaşım Fikri Şen’le birlikte ikinci binanın nöbetçisiydik. Havalar soğuk ve dondurucu. Binanın tuvaletleri tıkanmıştı. Tüm çabalarımıza karşın açılmıyor, biriken pislik akmıyordu. Eğitimbaşı Remzi Pamir geldi, biraz izledi, sonra “tuvalet deliğinde taş var elinizi sokun taşı çıkarın” dedi. Fikri arkadaşımla işaretleştik, okuldan kaçmayı düşündük. Eğitimbaşı bunu sezinlemiş olacak ki, hemen ceketini çıkardı, kolunu sıvadı; tuvaletin deliğine birikmiş pisliğin içine elini daldırdı ve taşı çıkardı. Biriken pislik aktı. Bize “Gidin çamaşırhaneden bir kova sıcak su, sabun ve havlu getirin.” dedi. Sıcak suyu, havluyu, sabunu getirdik. Eline su döktük, sabunla yıkadı. Sonra elini ve kolunu burnumuza tutarak “koku var mı?” diye sordu. Arkasından “Bu pislik suyla giden, iz bırakmayan pisliktir. Esas pislik iz bırakan pisliktir. Yani hırsızlık, ırza geçme, başkalarının emeğini gasp etme, adam öldürme gibi pislikler iz ve koku bırakan pisliklerdir. O tür pisliklerden sakınınız.” dedi. (Hasan Nedim Şahhüseyinoğlu ile Söyleşi)”

“Ankara’daki siyaset ağaları ile Anadolu’nun büyük toprak sahibi feodal ağaları, Enstitülerde ne olup bittiğini, köylü çocuklarının nasıl bilinçlendiğini gördükçe ve böyle sürerse sonra ne olacağını çabucak kavrayıp el birliği ile bu kurumları kapattılar. Bunun açık delili Kastamonu eski Milletvekili Sabri Tığlı’nın anılarındadır. Tığlı, doğunun ağası ve eski Meclis Başkanı Kinyas Kartal’a soruyor: “Köy Enstitüleri’ni kapattınız. Bu kurumlar gerçekten komünist mi yetiştiriyordu?” “Biz bu söylemi kullandık. Akçadağ Köy Enstitüsü’nden mezun olan çocuklar benim köyüme geldiler, köyün çocuklarını okuttular, onlara Türkçe öğrettiler. Köylünün mektuplarını, dilekçelerini yazdılar. Eskiden bu işleri ben yapardım. Bu böyle giderse benim otoritem ne olacaktı? Adnan Menderes’le bir pazarlık yaptık. Bu okullar kapanacak, ben de emrimdeki köylülerin oyunu toptan ona verdirecektim. Böyle de oldu” diyor. Amerika da bu kapanma işine el kattı…(Naciye Makal’la Söyleşi)”

“Vah benim gençliğim, vah…” “Dur n’apıyorsun,” diyor ufaklık, “ne yapıyorsun, neye ağlıyorsun…”