Ada'daki sosyal-ekonomik düzen, gelişmiş diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi uzun süredir ciddi bir değişim sürecinin içerisinde. Sosyalist bir gelenekten gelen İşçi Partisi’nin bu değişim sürecine ayak uyduramadığı açık.

Krallık’ta kan kaybı
2019'daki seçimleri kaybeden İşçi Partisi Lideri Jeremy Corbyn, yenilgiye bağlı tartışmaların ardından liderlikten çekilmiti

Levent ÖZÇAĞATAY

Birleşik Krallık’ın sağcı hükümeti Covid-19 salgını, Brexit ve Ukrayna’daki savaşın katkıları ile derinleşen ekonomik krizin yükünü kendi ideolojisi gereği işçilere yüklemeyi planlıyor. İdeolojisinin ne olduğu pek bilinmeyen muhalefetteki sosyal demokrat olarak bilinen İşçi Partisi’nin lider kadrosu ise sendikaları ve greve giden işçileri desteklemeyi reddediyor.

Enflasyonun yüzde 11’e yükseldiği, ücret artışlarının bu oranın yarısına bile ulaşamadığı, yoksulluk sınırında yaşayanların sayısının giderek arttığı ve ekonomik durgunluğun ve hatta küçülmenin beklendiği bir dönemde sendikaların toplu eylemlere ve grevlere yönelmesi şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan toplu iş hukukunun bütün kanuni gereklerini yerine getirip grev oylamasını yüzde 89’luk bir çoğunlukla kazanarak greve giden demiryolu işçilerin adı işçi olan bir parti tarafından desteklenmemesi. Grev seslerinin yükseldiği diğer çalışma alanlarından bazıları ulaşım, yerel yönetim, havalimanı, postane, itfaiye, sağlık ve eğitim. Genelde toplu eylemlerden uzak duran öğretmenler, doktorlar, yükseköğrenim görevlileri ve avukatlar bile sokaklara dökülmeye başladı. İşçi partisi bu seslere de kulağını tıkadığı gibi Parti Lideri Starmer, partili milletvekillerini uyararak grevcileri ziyaret etmemelerini talep etti ve bu uyarısını ciddiye almayan bir gölge bakanı görevinden aldı. Bu gelişme bir kere daha adadaki sosyalist hareketin zayıflığına ve işçi partisinin içine düştüğü kimlik bunalımına dikkatleri çekiyor, parti içindeki sosyalist milletvekilleri arasında ve sosyalist kanadı oluşturan Momentum hareketinde huzursuzluğa neden oluyor.

İşçi Partisi 1900 yılında sendikalar ve sosyalist kurumlar tarafından kuruldu ve İkinci Dünya Savaşı sonrası iktidarı döneminde vatandaşlarının refahına, güvenliğine, temel hak ve özgürlüklerine öncelik veren, müdahaleci, düzenleyici, yeniden dağıtıcı, girişimci politikaları ve reformları yürürlüğe koydu. Bireylere ekonomik güvence sağlayan sosyal güvenlik kurumları tesis etti. Ulusal sağlık servisini kurarak herkesin ücretsiz sağlık hizmetlerinden faydalanmasını sağladı. Demiryollarını, kömür madenlerini, demir-çelik fabrikalarını, gaz ve elektrik üretimini ve dağıtımını, merkez bankasını devletleştirdi. Hindistan yarım adasındaki uluslara bağımsızlıklarını vererek Kolonilerden çekilmeyi başlattı. Bu nedenle partinin bu günkü politik arenada sağa kaymakta olan konumu endişe verici.

Adadaki sosyal-ekonomik düzen gelişmiş diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi uzun süredir ciddi bir değişim sürecinin içerisinde. Sosyalist bir gelenekten gelen İşçi Partisi’nin bu değişim sürecine ayak uyduramadığı açık. Geleneksel istihdam alanları olan fabrikaların ve madenlerin 1970’li yılların sonundan itibaren kapatılması sendikaların gücünü kaybetmesine neden olurken gelir dağılımındaki eşitsizliği ve sömürüyü körükledi. İşçi Partisi hâlâ parasal gücünün yüzde 33’ünü sendikalardan sağlıyor olsa bile üyelerinin çoğunluğunun göreceli olarak zengin ve refah Londra ve Güneydoğu İngiltere’de konuşlanmış olması partinin işçi sınıfı ile bağlantısını kaybettiğinin göstergesi. Kargo taşımacılığı, kuryelik, elektronik taksi, çağrı merkezleri, e-ticaret ve gig ekonomi gibi yeni beliren sektörlerde de hiçbir varlığı yok.

İşçi Partisi’nin yerini doldurması beklenen radikal sol ise kan kaybetmeye devam ediyor. Üye sayıları nadiren binlerin üzerine çıkan, geniş örgütlenmeleri olmayan ve ideolojik nedenlerle sık sık ayrışmaların ve bölünmelerin yaşandığı Communist Party of Britain, Socialist Workers Party, Workers Revolutionary Party, Peace and Progress Party, Militant, Socialist League, Socialist Party, The Trade Unionist and Socialist Coalition gibi partiler kitlelere ulaşamıyor. İşçi sendikalarının toplam üye sayısı ise 1970’li yıllarda 13 milyon iken bugün 5 milyona düşmüş durumda. Sendikaların çoğu devrimci amaçlarını arka plana koyup yalnızca üyelerinin çalışma koşulları ve ücretleri ile ilgilenen kurumlara dönüşmüş durumda.

Neoliberal ekonomik sistemin yalnızca iyi günler için tasarlandığı 2008 yılındaki mali krizde devletin batmakta olan bankaları satın alması ile apaçık ortaya çıkmıştı. Pandeminin getirdiği ekonomik krizin de yalnızca devlet müdahalesi ile aşılabileceği gördük. Buna karşılık devletin piyasaya olan müdahalesini minimum düzeye indirmeyi, özel sermayenin önündeki engelleri kaldırmayı, büyük sermayenin kontrolündeki yayın organlarını güçlendirmeyi, sendikaların gücünü azaltmayı ve işçi haklarını kısıtlamayı amaç edinmiş vahşi kapitalizmin önünde fazla bir engel kalmadı.

Bu sisteme meydan okuyan ve umut veren tek gelişme ise gıda, bankacılık, sigorta, eğitim, enerji gibi alanlarda üretim, dağıtım ve servis hizmetleri veren ABD’deki Evergreen Kooperatifi, İspanya’daki Moudragon şirketi ve Birleşik Krallık’ta 1863’ten beri faaliyet gösteren Co-Op Grubu gibi hissedarı ve sahibi olmayan, üyeleri tarafından işletilen ve denetlenen, kâr ettiği yıllarda üyelerine kâr payı dağıtan küçük ölçekli girişimlerin ve kooperatiflerin ortaya çıkışı.