Almanya’nın aylık sol yayınlarından ‘konkret’ dergisinin Şubat sayısında Stefan Frank şöyle soruyor: “Bütün siyaset kriminalleşti mi, yoksa kriminallik siyasallaştı mı?” Derginin etkili kalemlerinden gazeteci-yazar Frank bunu sorduğunda daha Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff istifa etmemişti. Ancak, Wulff’un Aşağı Saksonya Eyaleti Başbakanı olarak ‘siyaset’ veya Cumhurbaşkanı seçildikten sonraki ‘yarı siyaset’ dönemlerinde adının karıştığı ekonomik kriminallikler ayyuka çıkmış ve ortaya dökülen bu yolsuzluklar artık onu ‘köşk’te kalamaz hale getirmişti.

Frank, Wulff’un adının karıştığı bütün yolsuzlukları hatta diğer politikacıların yolsuzluklarını da sayıp döktükten sonra beklenildiği gibi Wulff’u istifaya davet etmedi. Hatta tam aksine makamında kalması gerektiğini yazdı. Frank’ın dayanağı aslında ilk başta basit bir akıl yürütme gibiydi. Şunu soruyordu: “Bulunduğu siyasal konumu kötüye kullanıp kendine çıkar elde edenler nihayetinde bu toplumsal sistemin birer ürünü ve kurbanı değil mi?”

Frank’a göre, Wulff gittiğinde sistem de gitmeyeceğine göre, yerine ya yine Wulff gibi biri gelecek ya da daha kötüsü, “birlik, beraberlik, kötü günde iyi günde” içerikli vaazlarıyla ‘yoksul ve apolitik halkı’ oyalarken Wulff’un doğrudan temsil ettiği hırsızlıkları görünmez kılacak bir papaz efendi bu makama atanacaktı.

AHLAK VAİZLERİ TSUNAMİSİ
Frank’ın, Wulff’u bir papaza yeğlemesinin nedeni, hâkim sınıfın aracılarla ya da birilerinin ardına saklanarak yönetmesi yerine doğrudan yönetmesini istemesi gibi görünse de asıl neden sanki bu değilmiş gibi görünüyor. Daha doğrusu ‘iki asıl neden’ olduğunu vurgulamak ister gibi Frank şöyle yazıyor: “Eğer şer güçleri Bellevue Sarayı’nda kontrolü kaybederse, uzun süredir hazır bekleyen değerler çılgınlığı barajı yıkılır ve ahlak vaizleri tsunamisi üzerimizden geçer. Ondan sonra tıpkı İspanya engizisyonunda olduğu gibi her gün kilise günü olur” Frank, Hıristiyan değerleri sosuna batırılmış bir kapitalizmdense doğrudan ‘şer güçleriyle’ karşılaşmayı neden bu kadar önemsiyor?

Almanya’da ekonomik krizden sonra ‘halkın vahşi kapitalizmden korkup ahlaki değerlere geri döndüğü’ gibi tezler çok moda oldu. Her TV kanalında Hıristiyan din adamları ‘kapitalizm karşısında iyilik ve değerler şovu’ yapıyor. Krizden etkilenen apolitik insanların sokağa çıkıp ahlak değerlerine dönmeyi savunduklarını söyleyenler de oluyor. Sanki kapitalizmi savunmak hükümetin işi, halkı dini ve ahlaki değerler içinde bir arada tutmak da Cumhurbaşkanı’nın işi gibi algılanıyor. Bir de Frank, Alman ulusunun oluşumunda Protestan değerlerin ve İncil’in Almanca’ya çevrilmesinin etkisini önemsiyor olmalı. Belki de Protestanlığın bir Alman buluşu ve ilk başta Alman milliyetçiliği olduğunu hatırlatmak istiyor.

BÜYÜK ‘ŞOV’LARLA GERÇEKLEŞEN NÖBET DEĞİŞİMİ
Bütün bunları ve Frank’ın endişesini de herhalde İslam sosuna bulanmış neoliberal AKP iktidarı altında 10 yıl vaaz dinlemek zorunda bırakılmış bir millet olarak, en iyi biz anlarız diye düşünüyorum. Frank’a sorulan yukarıdaki soruya da en iyi biz yanıt veririz diye düşünüyorum. Burada aklıma, Almanya’da bu şov daha yeni başladığında bizdeki MİT-Polis-Yargı şovunun bitmek üzere olduğu geldi.  
  
Frank’ın temsili siyaset ve kriminalliğin siyasallaşması gibi bağlamlarda çok vurgu yapmadan söylediği ama bence asıl önemli tespiti ise mealen şöyleydi: “Siyasal şov artık siyasal kriminalliğin bir parçası haline geldi. Sistem, işe yaramaz ya da beğenmediği yürütücülerinden kurtulmak istediğinde artık gürültüsüz patırtısız bu işi halledemiyor. Nöbet değişimleri büyük şovlarla gerçekleşiyor…”

Sanıyorum siyasal şov, artık siyasal kriminalliği örtbas etmek için kullanılan kaçınılmaz bir araç… Şovlar herhalde halkın asıl kriminalliği gözden kaçırması için sahneye konuyor.  

Frank, şovlarla görevi devredenlerin zamanı gelince sessiz sedasız tekrar geri döndüklerine daha fazla dikkat çekiyor. Örneğin yazdığı doktora çalışmasının çalıntı olduğu ortaya çıkan Almanya Savunma Bakanı Karl Theodor zu Guttenberg’in şimdilerde geri dönüş hazırlığı içinde olduğu gibi. Belki de Frank, zamana ve çıkarlara göre çeşitli şovlar yapan siyasi aktörlerin, ‘kendisinden başka biri’ de olmakta hiçbir sakınca görmeyeceğini kastediyor.

ŞOV SİYASETİ ABD’DE BAŞLADI
Asıl ‘şov’larla geri çekilme örneğini ABD’den vermekte yarar var. Hem bu örnek bir siyasal aktörün aslında kendisi olmayı değil de sadece aktör olmayı ne kadar önemsediğini göstermesi açısından çok ilginç. Örnek, Andrei S. Markowits ve Mark Silverstein’ın derleği ‘Politics of Scandal’ adlı kitaptan alınma. Mealen şöyle: Olay uzun zamandır unutulan Joe Biden olayı. Biden, 1988’de Demokratların başkan adayı olmak için rakipleriyle yarışıyordu. Tam ipi göğüslemek üzereyken, kendi yazdığı otobiyografisinde kullandığı bir bölümün İngiliz İşçi Partisi lideri Neil Kinnock’ın seçim bildirgesinden alındığı ortaya çıktı. Kinnock’ın seçim bildirgesinde bölüm şöyleydi: “Ben niçin bin yıllık tarihinde Kinnockların üniversiteye giden ilk üyesiyim? Acaba bu benim ceddimin kıt zekalı olmasından mı kaynaklanıyor? Acaba sekiz saat çalıştıktan sonra kalan 4 saati de futbol oynanıp bütün vaktini harcayacak zayıflıkta olmalarında mı yatıyor? Hayır, neden hiçbirinde değil. Onlar, üzerine basıp doğrulacakları bir platforma sahip değildi…”

Biden ise bu bölümü kendine şöyle uyarlamış: “Neden Joe Biden ailesinden üniversiteye giden ilk insan? Acaba bizim annelerimiz ve babalarımız yeterince akıllı değil miydi? Acaba koleje gidip akademik bir derece alan ben, ailemizin diğer bireylerinden daha mı akıllıydım?  Kuzeydoğu Pensilvanya’da 12 saat madenlerde çalışan atalarım acaba yukarı çıkınca 4 saat futbol oynama zayıflığı mı gösteriyordu? Hayır, neden hiçbirinde değil. Onlar, üzerine basıp doğrulacakları bir platforma sahip değildi…”

Evet, bu kadar açıktı işte: Biden, biraz talihsiz, bayağı da aptaldı. Rakip adayın yardımcıları iki konuşma metnini basına gönderirken şu bilgileri de eklemeyi unutmamıştı: Gerçekten de Biden’ın Pensilvanya’da madende çalışan bir büyük dedesi vardı, ama işçi olarak değil mühendis olarak. Joe, ailenin üniversiteye gitmiş ilk üyesi değildi. Daha komik olanı ise: Joe Biden koleje gidip akademik derece alan, akıllı biri olmakla övünse de, kolejde daha birinci sınıfta hukuk dersinde bir ev ödevini 5 sayfa birebir kopya çektiği için dersten kaldı…”

Evet, Biden kendisi olmadığı için havlu attı ve büyük bir ‘şov’la seçimden çekildi. Sonra ne oldu? Şimdi ABD Başkan Yardımcısı değil mi? Buradan çıkaracağımız ilk sonuç “şovla gitmiş olmak geri gelmeyeceği anlamına gelmez” mi olmalı?

CUMHURBAŞKANINA NEDEN GEREK VAR?
Konumuza dönecek olursak… Tam da Frank’ın korktuğu gibi oldu ve önce Wulff istifa etti, yerine “Wulff’un doğrudan temsil ettiği hırsızlıkları görünmez kılacak bir papaz efendi” bu makama atandı. Papaz Joachim Gauck, Sol Parti dışındaki bütün partilerin ortak adayı olarak sahneye sürüldü. Vaazlar ve tartışmalar da başladı.

Yukarıdaki soruyu Gauck’u ‘barbar orta sınıfın vaizi’ olarak nitelendiren sol-çevreci yazar Jutta Ditfurth soruyor. Ditfurth, Wulff’un durumunu analiz ediyor: “Wulff, çoktandır büyük burjuvaziye yük oluyordu. Düzende yükselebilmiş yolsuz bir küçük burjuva olarak idare edemedi, kendi kendini bitirdi. Büyük burjuvazi, kendi çıkarları doğrultusunda onsuz yoluna devam etme kararı aldı…” 

Ditfurth şöyle devam ediyor: “Bütün partilerin işbirliği yaparak Gauck’u göreve çağırması, daha fazla sosyal devlet yıkımı yapacaklarını, daha fazla savaşa gireceklerini ve daha az demokrasi yaşatacaklarını gösteriyor. Böyle biri yalnıza insanların kulaklarını sağır etmek için göreve çağrılır. Gauck’un özgürlük anlayışı sadece insan haklarını reddeden burjuvazinin özgürlüğüdür. Gauck, Afganistan savaşına devam etmek istiyor. Gauck’un demokrasi anlayışı, Sol Parti milletvekillerinin gizli servisçe izlenmesini savunan bir anlayış ve ideolojisi orta sınıf ırkçılığı. Kimse Gauck’un Neonazileri eleştirdiğini duydu mu?  Almanya’nın Yahudi soykırımının abartıldığını düşünüyor. Faşizmle komünizmi bir tutacak kadar totaliter ideoloji yandaşı. Cumhurbaşkanlığı makamı gereksizdir. Feodal derebeylik özlemleri içindeki mümin Almanların otoriterlik özlemini yerine getirmek için kuruşmuş bir makamdır…”

YASA VE SUCUK YAPIMI
Almanlar sarkastik bir biçimde “her zaman gıda maddeleri skandallarıyla politik skandalların paralel yaşandığını” söyler ve egemenlerin her iki alanda da halkın gerçeği bilmemesi için çalıştıklarına inanır. Yani egemenler ne zaman kontrolü biraz kaçırırsa, hem siyasal arenada hem de gıda maddeleriyle ilgili skandal ortaya çıkar. Bunu da Bismarck’ın şu sözüne dayandırırlar: “Halk, sucuk ve yasaların nasıl yapıldığını ne kadar az bilirse, o kadar rahat uyur…”

Doğru ya, daha düne kadar herkesin övgüyle söz ettiği Wulff’un nüfuz kullanarak düşük faizle ev kredisi almasını halk öğrenmeseydi daha rahat uyumayacak mıydı? Halk, yakışıklı ve güzel politikacıların doktora çalışmalarının çalıntı olduğunu öğrendi de ne oldu? Bu sucuk ve yasa olayı sadece Almanya’da huzur bozsa yine iyi, başka ülkelerde de huzur bozuyor. Daha geçen ay İsviçre halkı, Merkez Bankası Başkanı’nın karısının, kocasından dolar karşısında Frank’ın değer kaybedeceğini duyunca, bütün parasını dolara çevirdiğini öğrendiğinde huzura mı erdi? Merkez Bankası Başkanı istifa etti, koca İsviçre birkaç gün Merkez Bankası Başkansız kaldı.

Avrupalılar, belki bizi örnek alabilir diyecektim ama Ali Dibolar, gemicikler, çocukların ABD’de okuması için burs veren aile dostları, likit yumurtalar diye sayınca bizde de politikayla gıda maddeleri arasında bir ilişki varmış gibi geldi bana. Ne dersiniz? Bir de ben Wulff’un sadece düşük kredili borç aldığı için ‘nüfuz ticareti yapmış’ sayıldığı, bu nedenle de istifa etmek zorunda kaldığına AKP’lilerin çok şaşırdığına inanıyorum. Siz ne dersiniz?

En güçlü yanı anti komünistliği
Christan Wulff da bir buçuk yıl önce istifa eden Almanya Cumhurbaşkanı ve Eski IMF Başkanı Horst Köhler gibi çabuk havlu attı. İstifanın hemen ardından Yeşiller, Sosyal Demokratlar ve Liberaller birleşerek Başbakan Angela Merkel’ın karşısına herhalde “senin seçtiklerin dayanmıyor, bu sefer biz seçeceğiz” diye dikildi. Merkel biraz direndikten sonra Joachim Gauck’un adaylığını kabul etmek zorunda kaldı.

Bir buçuk yıl önce Gauck, Yeşiller ve Sosyal Demokratların adayı olarak Merkel’ın adayı Wulff’un karşısında yarışmıştı. Gauck yüzünden Liberallerle-Merkel koalisyon ortaklığının bozulma noktasına geldiği basında yer aldıysa da olayın kısa sürede tatlıya bağlandığı bildirildi. Son dönemde Almanya’da iyice anlamsızlaşan Liberaller Gauck’un atanmasında Merkel’la bir güç kavgasına girdi ve diğer blokta yer alarak Merkel’a gücünü gösterdi. Merkel’ın da Gauck’a prensipte karşı olmadığı ama geçen dönem karşısında olduğu bir adayı bu dönem desteklemesinin biraz tuhaf kaçmasından çekindiği yazıldı. Sol Parti (Die Linke) dışarıda bırakılarak bütün partiler 18 Mart’ta yapılacak seçimlerde Gauck’u destekleyeceğini açıkladı. Die Linke kendi adayını göstereceğini bildirdi.

HER PARTİNİN KOMÜNİZM DÜŞMANLIĞI
Peki, kim bu Almanya’nın müstakbel Cumhurbaşkanı? Beş partinin desteklediği Gauck hangi partiye yakın? Ne savunuyor? Bu sorulara bir çırpıda cevap vermek zor belki de mümkün değil.

Yeşiller ve Sosyal Demokratlar ikinci defadır Gauck’u aday gösteriyor ama Gauck kendini ‘liberal ve muhafazakâr’ gördüğünü açıklıyor, aklına sonradan gelmiş gibi de ekliyor: “Muhafazakâr, liberal biraz da soldayım…” Aslında Gauck’un tanımını genişletmek mümkün: Yabancı düşmanı, aşırı sağcı, neoliberal… Gauck’un oldukça sağda olduğu halde neden bu kesimlerce değil de solda sayılan kesimlerce aday gösterildiğinin açıklaması ise, herhalde sağın her zaman daha iyi adaylarının olması gösterilebilir. Merkel ve Liberaller iki dönemdir doğrudan neoliberal politikaların içinden gelen IMF Başkanı Köhler gibi adayları tercih etti.

Liberallerin Gauck’u desteklemesinin Merkel’a mecbur olmadıklarını göstermek dışında Gauck’un son dönemde gösterdiği performansın da oldukça etkisi var. Asıl gücünü ise Alman siyasi partilerindeki tarihsel komünizm düşmanlığından alıyor. Gauck her konuda fikir beyan ediyor. Bu nedenle hangi konuda ne düşündüğü toplumca bilinen biri.

OCCUPY NOW ANLAMSIZ
Bütün dünyada ekonomik krize karşı gösteriler yapılırken hatta ‘Occupy Now’ hareketi Almanya’da işgal eylemlerine kalkışırken; Gauck bir demecinde kapitalizm eleştirilerini neoliberallerin bile cesaret edemeyeceği bir tanımlamayla “bayağı aptalca” diye değerlendirdi. Bu, aslında ağzından kaçmış ya da sırf bu eylemlere yönelik bir tanımlama değil. Gauck örneğin, Almanya’da sosyal devletin tasfiyesi anlamına gelen neoliberal yapısal değişim programı Agenda 2010’u desteklediğini her fırsatta açıklamış, dünyanın biçimlenmesinde Almanya’nın değişimlerinin kaçınılmaz olduğunu açıklamıştı. Geçen yılki ‘finans kapital’ tartışmalarını da saçma bulan Gauck’un iki yıldır sola dönüş eğilimleri gösteren Sosyal Demokratlardan çok, sağa yakın olduğu çok açık.
 
SAVAŞ YANDAŞI
Joachim Gauck, Almanya’nın hem Yugoslavya hem de Afganistan savaşına katılmasını destekledi. Örneğin Yeşiller içinde hatta sosyal demokratlarda bile Afganistan savaşından çekilmeyi savunanlar varken, Gauck, 2010’da verdiği bir röportajda Alman askerlerinin Afganistan’da bulunmasını savundu. Spiegel dergisinde yayınlanan görüşmede Gauck şunu soruyordu: “Neden açıkça askerlerimizin Afganistan’da Birleşmiş Milletler’in kararıyla terörizmle mücadele amacıyla bulunduğunu ve orada insanlar için iyi şeyler yaptığını savunmayalım ki?” Gauck’un NATO’nun Sırbistan’ı bombalamasını da haklı çıkaracak sözleri var.

ANTİKOMÜNİST TUTUMUNU KORUYOR
Gauck, Avrupa’da sanki reel sosyalizmin hâlâ yaşadığını düşünüyormuş gibi konuşan ender insanlardan biri. Gauck’la ilgili Frankfurter Rundschau’da çıkan bir makalede şöyle deniyor: “Bütün hayatını antikomünizm belirlemiş, sanki bütün çabası babasının Sovyetlere esir düşmesinin öcünü alıyormuş gibi…”
 
Gauck, Avrupa’da da oldukça tartışmalı olan ve ciddi bütün çevrelerce reddedilen ‘Komünizmin Kara Kitabı’na son söz yazacak kadar antikomünist biri. Hatta yazdığı bu son sözde, bloklar arası diyalogu savunan eski Almanya başbakanı liberal-sosyal demokrat Willy Brandt’ı komünizme müsamaha göstermekle ve yanlış politika uygulamakla eleştirecek kadar gözünü karartmış biri. Gauck, Brandt’ın izlediği politikaların, ki bu politikalar içinde Varşova’da soykırım anıtı önünde diz çöküp faşizmin kurbanlarından özür dilmesi de vardı, yarardan çok zarar getirdiğini savunuyor. Yani Gauck, yumuşama ve diyalog politikaları olmasaydı ‘komünizmin daha erken yıkılacağına’ inanıyor.
Ayrıca Gauck’un Yahudi soykırımı ve Polonya-Alman sınırının haksızlığı konusunda basına yansıyan oldukça tartışmalı ve altından nasıl kalkılacağı bilinemeyen düşünceleri de var.

Müstakbel Cumhurbaşkanı Gauck, açıkça yabancı düşmanı ve ırkçı tezleri savunan Thilo Sarrazin’i ‘cesur’ bulacak kadar da cesaretli! Sarrazin, içinde Türklerin ve Arapların ancak manavlık yapacak kadar zeka seviyesine sahip olduğunu söyleyen cümlelerle dolu bir kitapla Almanya’da ciddi tartışma yaratmıştı. Entegrasyon, yabancı işsizliği gibi konularda Gauck basın aracılığı ile Sarrazin’e destek vermişti.

Gauck, ‘insan hakları savunucusu’ olarak da lanse ediliyor. İnsan hakları savunuculuğu, Demokratik Almanya Cumhuriyeti yıkılırken kısa bir dönem antikomünistlerin yanında yer almasından ibaret. Gauck’un asıl gücü ise, Demokratik Almanya yıkıldıktan sonra oluşturulan ve Demokratik Almanya ile ideolojik ve tarihsel hesaplaşmada önemli bir işlev gören ‘Stasi Belgeleri’ bürosunu yönetmiş olmasından geliyor. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra ilk kurulan kurumlardan olan bu daire daha bir süre Stasi arşivlerini inceleyecek.