Türkiye’de ekonomiyi eleştirenlerin sayısındaki ciddi artış dikkatlerden kaçmıyor. Özellikle yapısal sorunların dile getirilmesi kuşkusuz güzel bir gelişme. Gündelik parasal politikaların ancak geçici sonuçlar üreteceği ve ekonominin bugünkü yaralarına merhem olmayacağı açık. Buna yönelik ifadelerin de geniş kesimlerce dile getirilmesi, bizlere de tüm yurttaşlar olarak sorunun kökenlerini hep birlikte tartışma imkânı kazandırıyor.

Başta enflasyon ve dış borçlar olmak üzere, düşük yatırım oranları, TL’deki değer kaybı, işsizlikteki tırmanış ve ekonomide daralma vb temel makroekonomik sorunlar tüm vahametiyle ortadayken, elbette ki kimsenin çıkıp ‘her şey güllük gülistanlık’ demesini zaten bekleyemeyiz.

Dolayısıyla burada öne çıkan şey, bu eleştirilerin ortaya koyacağı çözümler oluyor. Yani ‘peki tamam da bu sorunları nasıl çözeceğiz?’

Çok uzak değil, 2001 yılında da aynı dönemeçten geçmiştik. Ekonomi derin bir krize sürüklenmiş, ekonomideki yapısal sorunlar hep bir ağızdan yeniden tartışılır hale gelmişti. Ne var ki bu sorunların çözümü, ekonomiyi salt teknik bir üst bilim olarak gören akla teslim edilmiş, ekonomi Derviş-IMF çizgisine terk edilmişti. Bu dönemi kısaca hatırlamakta fayda var.

Aşağıdaki tablodan görüldüğü gibi, 1990’ların başından itibaren biriken tüm sorunlarıyla ‘istikrarsız’ ekonominin teli 2001’de kopuyor, kriz patlak veriyor. 2001 sonrası yeniden ‘istikrar’ dönemi başlıyor ve 2009 krizi patlak veriyor. 2009 sonrası ise ABD’deki parasal genişleme rüzgarlarını arkasına alan bir büyüme ivmesi yaşıyoruz ve bugüne geliyoruz. Bugün henüz ekonomide nominal anlamda bir daralma yaşamasak da, özellikle borçlanma, enflasyon ve cari açıktaki gidişat bir krize çok yaklaştığımızın öncü göstergeleri olarak karşımızda.

Bu süreci uzun bir dönem aralığında incelemek, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu kısır döngünün ortaya çıkmasına oldukça yardımcı oluyor. 1980’lerin başında uygulanan neoliberal politikaların reel üretici sektörlerden uzaklaşarak küresel sermaye hareketlerinin çıkarları doğrultusunda dizayn edilmesi ve bu çizgide yönetilmesi, ekonomiyi sürekli kriz noktasına geri döndürmektedir. Her defasında daha tahrip ederek, hasarı büyüterek.

Merceği bugüne doğrultursak, işsizlik %11’lere doğru hareket ederken, enflasyon da yüzde 15’i aşmış gözüküyor. Dış borçlar ve cari açıktaki bozulma sürerken, dış borç stokunun milli gelirin yarısını aşması dikkatleri buraya çekiyor. Aynı zamanda son yılların en yüksek cari açığını bu yılın ilk çeyreğinde verdiğimizin de altını çizelim. Tabi tüm bu kriz göstergeleri büyümenin %7,4 gerçekleştiği bir dönemde yaşanıyor. Önümüzdeki kısa-orta vadede büyümede de hız kesileceği, ülke ekonomisinin tüm kriz içeriğiyle bir daralmaya doğru sürükleneceği göz önünde bulundurulursa, gidişatın hiç de iyi olmadığını söyleyebiliriz.

Hal böyleyken bugün ekonomiyi yeniden döngünün başına savuracak politikaların, çözüm olarak ortaya atılması üzücü. Bu, geçmiş 30 yıldan hiç ders çıkarılmadığını gösteriyor. ‘Ekonominin başına bir teknokrat getirelim, ekonomiyi siyasi rejimin tekelinden arındırır, OHAL kalkar, mali disiplin ve enflasyon kontrolü sağlanır, ülkeye ekonomik istikrar gelir’ fikrini her şeyden önce tarihin defalarca çürüttüğünü bir kez daha hatırlatalım. Ekonomiye yeniden güven tesis etmeyi, finans sermayesinin güvenini kazanma olarak tanımlayan ve bu şekilde istikrar oluşturacağını zanneden teknokrat çözümler, ülkedeki krizi ancak bir sonraki vadeye kadar geciktirecektir. Tabi ki bu vadeye kadar olan süredeki tüm zarar da emekçilerin, ücretli çalışanların hanesine yazılacaktır.

Oysa yapısal reform derken, ülkenin ihtiyaçlarını gören bir tanım yapmak gerekir. Ülke ekonomisinin en büyük ihtiyacı kendi özgücüne dayanan bir ekonomiye sahip olmaktır. Dolayısıyla bunun sağlanmasının yolu insana, emeğe ve üretime dayalı bir ekonomi inşa etmekten geçer. Bunun için reform yapmak ise, çürük zemine bina inşa etmek gibidir. En başta sağlam bir zemin inşa etmek gerekir, bu da eğitim ve toplum yararına üretimdir.

kriz-dongusu-ve-teknokratik-cozum-arayislari-482919-1.