Vakit kalmadı, yapılması gereken “kim çaldıysa, kim yediyse, kamu kaynaklarıyla kim zenginleştiyse o ödesin” belgisiyle krizin bedelini emekçilere, halka ödetmek isteyenlere karşı geniş bir direniş odağı yaratmaktır

Krize aşağıdan yanıt mümkün olamaz mı?

Zafer Aydın

Tayyip Erdoğan’ın tek adam rejimine itiraz eden muhalefet, onun yükselişini durduramadı. Ne var ki, “Verin bu kardeşinize oyu, 24 Hazirandan sonra dövizi de, enflasyonu da indireyim” vaadinde bulunan Tayyip Erdoğan da dövizdeki ve enflasyondaki yükselişi durduramıyor. 5 Lirayı aşmaz denen dolar, aldı başını gidiyor. Ahlaki ve vicdani bütün değerleri ayağa düşüren AKP, liranın değerini de düşürmeyi başardı. Döviz yükseliyor, enflasyon tırmanışta, dış borç artıyor, cari açık büyüyor. Uzun süredir işinin ehli ekonomistlerin uyardığı kriz daha fazla görünür, daha da hissedilir hale geldi. Ülkeyi yönetenler kriz teşhisi koymaktan imtina ettiği için sorun, daha da büyüme ve kalıcı hasarlar bırakma ihtimalini barındırarak ilerliyor. Ülkeyi yönetenler meseleyi “algı operasyonu” diye örtmeye çalışırken, muhalefet de iktidarın değirmenine su taşımak, onların kıymeti kendinden menkul argümanlarına meşruiyet kazandırmakla meşgul.

Oysa işin su kaldırır tarafı kalmadı, 16 yıldır yürütülen soyguna ve talana dayalı yeni/yandaş zenginler yaratma, zengini daha da zengin yapma politikasında iş geldi faturanın ödenmesi kısmına dayandı. AKP iktidarının kamu gelirlerini yandaşa kaynak olarak aktarmasının yol açtığı bedel, zaten emekçilere fatura edilmişti; şimdi bedeli daha büyük bir faturayla yine emekçilere kesmeye hazırlanıyorlar. Uzun süredir krizi hisseden, daha az beslenen, temel gıda maddelerini daha az tüketen, harcamalarda kısıntıya giden emekçiler için daha büyük bir tehlike kapının önünde; yoksullaşma ve işsizlik.

Kriz, bir bakıma egemenlerin ekonomik ilişkileri kendi çıkarlarına göre yeniden düzenlemesidir. Bu yüzden kriz lafı ile birlikte, istihdamda daralma, ücretleri düşürme, ücretsiz izin gibi dayatmalar da dolaşıma giriyor. “Çalkantılı bir döneme girdik, bu dönemde nakitte kalmak lazım” diye tespit yapan sermayeperver iktisatçılardan “çalışanlarınıza ücretlerin yarısını ödeyin” teklifleri gelmeye, işyerlerinde “kriz var, daralmaya gideceğiz” sözleri duyulmaya ve ilk uygulamalar görülmeye başlandı bile. Yani sermaye, krizi fırsata, fırsatı ganimete çevirmek için hazırlıklarına hız verdi. Daha önceki dönemlerde yaşanan krizlerden biliyoruz ki, işverenler, emeğin örgütlü olduğu işyerlerinde sendikaların karşısına; işçi ücretlerinin düşürülmesi, işçilere uzun ya da kısa süreli ücretsiz izin kullandırılması, imzalanan toplu iş sözleşmesi hükümlerinin esnetilmesi ya da uygulanmaması gibi önerilerle çıkacak. Grevler ve işçi talepleri “kriz” bahanesiyle baskılanacak. Emeğin örgütsüz olduğu işyerlerinde ise kimseyi muhatap alma gereği duymadan, kimseyle müzakere etme ihtiyacı hissetmeden dilediklerini yapacaklar. İktidar da sermayenin bu atraksiyonlarına hukuki ve politik destek verecek. Yani neler yaşanacak, başımıza ne gelecek aşağı yukarı belli.

Sermaye, krizden ganimet devşirmek üzere kolları sıvamışken, krizin bedelini emekçilere ödetme hazırlıkları hızlanmışken, emeğin menfaatlerini savunması gereken sendikalardan yine ses yok. Krize karşı emeğin taleplerini içeren bir mücadele programına sahip olmadıkları bir yana, sanki böyle bir sorun ya da tehlike yokmuş gibi davranıyorlar. Eski kriz dönemlerinde, “krizin faturasını ödemeyeceğiz” türünden reflekslerin yerinde yeller esiyor. Türk-İş ve Hak-İş’in internet sitelerine bakıldığında her ikisinde de son dönemdeki ağırlıklı faaliyet “nezaket ziyaretleri.” Köy yanarken onların derdi makyaj tazeleme. Elbette işçi konfederasyonlarının sessizliği ne bu meseleye özgü, ne de bugünle sınırlı. Emek hareketi, AKP döneminde tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak kadar ağır bir sessizlik içine gömüldü. Sendikal pasifizmin bu kadar yoğun yaşandığı başka bir dönem daha olduğu söylenemez. 12 Eylül suskunluğu bile bu kadar uzun sürmedi. 6 yıl sessizliğin ardından önce 1986 Netaş grevi ile bozulan sessizlik, 89 bahar eylemleriyle koca bir çığlığa dönüşmüştü. Bu sessizliğin nedeni, niçini şimdilik bir kenara, sendikaların sessizliği, işçilerin duruma rıza gösterdiği ya da gösterebileceği anlamına asla gelmiyor. 24 Haziran’da AKP kazandı diye halaya duran işçi de dahil, işçiler kapının önündeki tehlikenin farkındalar. Bu kez yaşanacak olan olumsuzlukların, toplu iş sözleşmesinde bazı haklardan vazgeçilmesi ya da grev yasaklamanın yol açtığı hak kaybından daha öte sonuçlara yol açacağını biliyorlar.

Öte yandan bir iddiaya göre memlekette sosyal demokrat parti var ama bu konjonktürde bile emek perspektifiyle, sınıf gözlüğü ile meseleye yaklaşmaktan uzak. Yıllardır denediği ama sonuç alamadığı milliyetçilik yarışını bu kez dolar üzerinden “millilik”, “gayrı millilik” ekseninde sürdürüyor. “Türk lirasını dolar karşısında pula çevirenler yerli ve milli ise kime gayri milli diyeceğiz?” diye açıklamalar yapmayı, krize karşı emekçilerle birlikte bir direniş hattı örmeye tercih ediyor. Bu tercihin altında ne kadar çok yerli ve milli olduklarını kanıtlama gayretkeşliği olduğu kadar, kulağının üstüne yatarak krizin AKP’yi kendi kendine götürmesi beklentisinin de büyük payı olduğunu kabul etmek gerekir. AKP, şimdiye kadar yaşadığı sosyal ve siyasal krizleri, muhalefetin dağınıklığı, beceriksizliği, öngörüsüzlüğü, korkaklığı, aklını milliyetçilik, dindarlık yarışıyla bozması sayesinde atlattı. Kriz karşısında muhalefetin şimdiye kadarki performansı aynı sinik çizgiyi izleyeceğini gösteriyor. Üstelik bu kez piyasayla ve sermaye ile ters düşmeyi istememe gibi bir başka handikap daha var. Sendikaların sessizliği, siyasal muhalefetin esas mücadele alanlarını es geçmesi, Tayyip Erdoğan iktidarı için şans olmanın yanında, sosyal ve siyasal muhalefeti kendi istekleri hilafına otoriter yönetimin politikalarının parçası haline getiriyor.

Hiç kuşku yok ki, Tayyip Erdoğan ve AKP oyunu kurallarına uygun olarak oynayacak; ABD, uluslararası finans çevreleri, borç verdik diye övündüğü İMF ile masaya oturup, güvenceler verip, borçlar alıp anlaşacaktır. Yapılacak anlaşma içeriye, piyasacıların sevdiği deyimle “kemer sıkma” yani emekçilere, emekçilerin haklarına yönelik saldırıların daha sistematik hale gelmesi, işsizliğin, yoksulluğun büyümesi, kamuya ait elde ne kaldıysa hepsinin satılması, AKP’nin oy ve güç devşirme aracı olan sosyal ödemelerin bile kaldırılması veya kısılmasını getirecektir. Varılacak anlaşmanın uygulanabilmesi için tek adam yönetimini daha da sertleştirecektir.

Vakit kalmadı, yapılması gereken “kim çaldıysa, kim yediyse, kamu kaynaklarıyla kim zenginleştiyse o ödesin” belgisiyle krizin bedelini emekçilere, halka ödetmek isteyenlere karşı geniş bir direniş odağı yaratmaktır. Krize ve ona eşlik edecek otoriter yöntemlere karşı sendikaların, siyasi partilerin, meslek örgütlerinin, demokratik kitle örgütlerinin, çevreyi, doğayı yaşam alanlarını savunan çevreci platformlarının içinde yer aldığı “Emek ve Demokrasi Cephesi ” kurmaktır.

Yukarıdakileri “nezaket ziyaretleri” ve “milliyetçilik yarışı” adlı müsamere ile baş başa bırakıp aşağıdan bu işi örgütlemek zorundayız. Yerel yöneticiler, sendikaların şube başkanları, temsilcileri, siyasi partilerin il başkanları sorumluluk üstlenme, insiyatif alma yükümlülüğü ile karşı karşıya. Çok değil, dört-beş maddelik talepler etrafında, en geniş birliktelikleri kurmak, bunu aşağıdan yukarıya doğru örmek, AKP’ye ve onun halka bedel ödetme siyasetine karşı mücadelenin temelini oluşturacaktır. AKP’yi tarihin çöplüğüne göndermenin yolu da buradan geçer. Yukarıdan sonu hüsranla biten rüzgarları beklemek yerine, kendi rüzgarımızı kendimiz yaratmaya soyunmak meşakkatlidir ama imkansız olmasa gerek.