‘Tersyüz Oyunu’nda bir araya toplanan öyküler Tabucchi’nin yaşamındaki başlıca kaygıyı, açıkça ya da örtük olarak yansıtıyor: Hayatın anlamını araştırmak, belki de aslında anlamı olmayan bir şeye kişinin anlam verme çabası

Krize sokan öyküler

NEYYİRE GÜL IŞIK

“Öykü dediğin sevda gibidir, bir müzik yani, sen de o müziği çalan müzisyensin; çaldığın sırada müthiş bir becerin vardır, trompete ciğerinin var gücüyle üfleyen ya da arpının tellerini kendinden geçerek çekiştiren bir icracısındır... Harika, muhteşem bir icra, alkışlar. Ne var ki tüm çalgıların ayrı ayrı notalarını gösteren partisyonu bilmezsin. Onu sonradan anlarsın ancak, çok sonradan, müzik çoktan dağılmış gitmişken.”

“Sanırım, şöyle bir şey anladım: Öyküler her zaman bizden daha büyüktür, kendimizi içlerinde öylece buluvermişiz,bilinçsizce başkişi rolünü oynamışızdır, oysa öykünün gerçek başkişisi biz olmayız, yaşadığımız öykü olur,” der Tabucchi.

Bu kitapta bir araya getirilmiş bulunan öyküler de yazarın yaşamındaki başlıca kaygıyı -açıkça ya da örtük olarak- yansıtıyor: Hayatın anlamını araştırmak, belki de aslında anlamı olmayan bir şeye kişinin anlam verme çabası. O irdeleyiş sırasında olayların, kişilerin, nesnelerin öteki yüzü’nü yokluyor, sınıyor: bir çocuk oyununu anıştıran ama ciddi mi ciddi bir tür varoluşsal oyun bağlamında. Çeşitli yollardan, ayrıntıların sunduğu ipuçlarından giderek vardığı noktada gerçek adı verilen şeyin aslında çelişkili bir teklik olduğu seziliyor, üstüne üstlük somut gerçek ile düş ve sanı âleminin sınırları da kaypak mı kaypak.

Çünkü her şey aslında kendi tersi’ni de içerir, öteki yüzünü de çağrıştırır. Hüner onu sınamakta, sunduğu ipince, belli belirsiz ipliğin peşi sıra olasılığın yollarına düşmektedir. Böylece gerçeğe ulaşılabilir - ulaşılmayabilir de, tabii. Araştırana, durumuna, bağlamına, öyküsüne göre değişir - her öykünün gerçeği kendincedir.

Öyküler vardır, konusu, olayları, kişilerinin nitelikleriyle tersyüz edilmeye elverir, öteki yüzünden bakıldığında aslı faslı anlaşılır, asıl gerçek öteki yüzdedir. Buradaki kimi öyküler o türden. Kimisi ise dehliz içinde dehliz, düş içinde düştür, daha öteleri sezdirir; ama oraya iletir ya da iletmez çünkü bir an gelir, köprüdür sandığımızın ucu boşluğa açılır.

Farklı öykülerde yinelenen -ve Tabucchi’nin anlatı evreninin bir değişmezi olan- o arayış ilk öykü Tersyüz Oyunu’nda belirleniyor. Yazar orada özyaşamından bir olayı geliştirdiğini kabul etmiştir – ya da olayı kendi algılayış’ını, onu kendi yaşama biçimini.

İspanya’da, yetmişli yılların Madrid’inin merkezinde başladıktan sonra Lizbon’da süren, o yılların ve yerlerin ortamını tümüyle somut ayrıntılarıyla birebir yansıtan öykünün anahtarı bir tabloda gizlidir: Prado Müzesi’nde bulunan ünlü Nedimeler tablosunda. Ve tablo nasıl öykünün anahtarı ise, öykü de kitabın anahtarıdır. Ve son elde Tabucchi’nin tüm evreni o anahtarda okunabilir: Tabloda aynaya yansıyan figür, yani öteki yüz daha ilerideki bir gerçeğe iletebilir – ya da en azından, oraya görünürdeki yüzden daha yakındır, daha fazla yaklaştırabilir.

Antonio Tabucchi Toscana’nın Pisa kentinde, 1943 yılında, Nazileri İtalya’dan sürmeyi amaçlayan Amerikan bombardımanı sırasında doğmuştur; babası karısıyla yeni doğmuş çocuğunu bisiklet üstünde, kırsala, kendi babasının evine taşımıştır. (O olay kitaptaki “Cumartesi İkindileri” öyküsünün özünü oluşturan bir ayrıntı şeklinde belirir.)

Yazar yüksek öğrenimini Pisa Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yapmıştır. Öğrencilik yıllarında yollara düşmüş, yollar başka yollara yöneltmiş, derken yolculuklarından birinde, Lyon Garı’nda bir bankın üstünde rastlantı eseri bulduğu Alvaro de Campos imzalı şiir kitabı kendisine bilmediği bir ufuk açmış, yaşamına yeni bir yön vermiştir. Tabucchi, o takma adın ardında gizlenen Portekizli yazar Fernando de Pessoa’yı aslından okuyabilmek amacıyla, Portekizceyi öğrenecek, giderek Portekiz kültürüne, topraklarına tüm varlığıyla yönelecek, özellikle Lizbon kentine tutkuyla bağlanacaktır. Buradaki öyküde şiirsel bir anlatımla resimlenen Pessoa’nın Lizbon’una.
Tabucchi’nin yaşamı ondan sonra orta İtalya ile Portekiz arasında bölünmüştür. İlkin Bologna Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmuş, ardından son zamanlarına değin Siena Üniversitesi’nde Portekiz dili ve edebiyatı dersleri vermiştir. 1985-1987 yılları arasında Lizbon’daki İtalyan Kültür Merkezi’nin yöneticiliğini yapmıştır. Bir Portekizli kadınla evlenmiş, 2004’te bu ülkenin yurttaşlığını da almıştır.

2012’de Lizbon’un Cruz Roja Hastanesi’nde hayata gözlerini yummuştur, aynı kentte, Fernando Pessoa’nın da gömülü bulunduğu tarihsel Prazeres Mezarlığı’nda yatmaktadır.

Tabucchi, anlatılarının çoğunda, ister kendi kenti Pisa olsun,ister gönlünün kenti Lizbon olsun, ister Fitzgerald’ın Antibes’i, ister -zamanında başarısı kuşkulu cinsiyet değiştirme ameliyatlarının uygulanmasıyla ün salmış- Casablanca kenti ya da Portekiz sömürgesi Mozambik olsun, somut yerlerden, ortamlardan, bir gündelik yaşantının sade ayrıntılarından, olaylarından, sözcüklerinden yola çıkar. Kitabın sonunda yer alan, farklı tarihsel dönemlerde yaşamış sahici yazarları konu alan öykülerinde de sonuçta aynı anlatı yöntemini uygular. Ön plandaki somutluk okurun kendini bağlamın içinde bulmasını sağlar, güvenli ve sanki tanıdık bir ortamdaymış izlenimini verir ona; oysa güvenlik duygusu aldatıcı, evrenin temeli kaypaktır. Somutluk, anlatılan olgunun ardındaki belirsizliği inanılır kılmaya, dengelemeye yöneliktir. Çünkü yazarın asıl kurguladığı konu olaylar değil, onların anlatı kişilerince algılanışı’dır; çünkü aslolan algıdır - icabında bir yere iletebilecek olan da yine algı.

Yazarın başlangıçta aktardığımız sözlerindeki gibi, “gerçek başkişi” olaydır; ama olay... o nedir? Olayların nedeni, öyküye yol açan somut bireysel durumlar ise hiç açığa çıkmaz:

“Tiyatro” öyküsünün bitiminde belirttiği üzere, “onları aktarmanın bu öyküye bir şey eklemeyeceğini düşünüyorum,” diye sıvışır Tabucchi. Okurunu tek başına bırakır, kendisinin yalnız kaldığı gibi: herkese kendi soruları, kendi algılayışı, kendi düşleri - başka düşlere kapı açan.

Yazınsal evreninin onca düşselliğine karşın, içinde yaşadığı somut ortam olan İtalya’nın güncel politika savaşımlarında kesin tavrını koymuş ve aktif rol oynamış olan Tabucchi, aydının görevini de o bağlamda, yani sorunsallaştırma doğrultusunda tanımlar:

“Aydının varsayımsal işlevinin kriz yaratmaktan çok, krize sokmak olduğuna inanıyorum: özellikle de krizde olmayan şeyleri ve kişileri, tam tersine, kendi konumlarından pek emin olanları.”