Krizin faturası işçiye kesildi
Açlık ve yoksulluk emekçileri ablukaya alırken iktidar da sermayeyi kollamaya devam ediyor. Ekonomik bunalımı üç iktisatçısıyla konuştuk. Prof. Korkut Boratav, “Toplumumuzun emekçi sınıfları bir krizin içindedir; buna karşılık sermaye ihya olmaktadır” dedi. Prof. Gamze Yücesan Özdemir, “Yükselen itiraz dalgalarını ortaklaştıracak, dillendirilen talepleri görünür kılacak aşağıdan siyasete ihtiyacımız var” derken Prof. Aziz Konukman ise “Ucuz kredi Erdoğan hükümetinin sınıfsal tercihinin göstergesidir” diye konuştu.
Yaşar AYDIN
Türkiye’de eşi benzeri olmayan, Korkut Hoca’nın deyimiyle bildik kriz tanımına sığmayan bir buhran döneminden geçiyoruz. Nerede duracağı belli olmayan hayat pahalılığı, eriyen ücretler ve onlara eşlik eden işsizlik toplumun neredeyse tamamını büyük bir krizle baş başa bıraktı.
O kadar yakıcı ilerliyor ki ne yaşadığımıza dair üzerine düşünme fırsatımız bile olmadı. Üç önemli iktisatçılarından Prof. Korkut Boratav, Prof. Gamze Yücesan Özdemir ve Prof. Aziz Konukman’la ülke insanının içinde bulunduğu durumu ve çıkış yolarını konuştuk. Uzun ve verimli bir söyleşi oldu. Toplantımızı en genel hatlarıyla ikiye ayırabiliriz. İlk bölümde yaşanan süreci anlamak istedik. İkinci kısımda ise kısa ve orta vadede atılması gereken adımlar üzerine konuştuk. İkinci bölümü yarın okuyabileceksiniz.
İktisatçılar, Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf (TAKSAV) Genel Merkez’inde Yaşar Aydın’ın sorularını yanıtladı.
Aklımıza takılan ve yanıtını aradığımız soruları şöyle özetlemek mümkün:
• Yaşanan sürecin 1994, 2001 ve 2008 krizlerinden farkı nedir? Başta bankalar olmak üzere büyüme ve karlılık oranları bu derece yüksekken bir krizden bahsetmek mümkün mü?
• Eğer bu ekonomik kriz değil ise milyonlarca yurttaş neden yoksullaştı? Yoksulluk kalıcı ve yaygın hale neden geldi?
• İktidarın ekonomi politikaları neyi işaret ediyor? Liyakatsız bir yönetimle mi karşı karşıyayız yoksa bilinçli bir süreç mi işletiliyor? İktidar bir program dahilinde ilerliyorsa bugünlerde ifade ettiği “zorlukların” nedeni nedir, nerede hata yapıldı?
• Bu sürecin aşılmasında muhalefet partileri ne yapmalı? Liberal politikaların devamı ile krizin önüne geçilebilir mi?
Hocalarımızın bu sorulara verdiği yanıtların çok önemli bir zemin sunduğu kanaatindeyiz. Meselenin hem iktidar hem sermaye hem de emek cephesinde iyi anlaşılması atılacak adımlar için çok önemli. Bugün yayımladığımız iki sayfada bu konuya dair önemli saptamalar bulabileceksiniz.
Kuşkusuz söyleşimizin en önemli başlıklarından biri ülkenin toplumsal bunalımdan çıkış yolları için atılması gereken adımlar. Bu konuda hocalarımız neredeyse ortak bir değerlendirmede bulundu. Yapılması gerekenleri kısa, orta ve uzun vade olarak özetlediler. Yapılması gerekenler, sol bir program ve bu eksende mücadele nasıl olmalı sorularına verilen yanıtlar da yarın sayfamızda olacak.
YAŞANAN TOPLUMSAL BUNALIMDIR
Korkut BORATAV
1990'lı yıllarda da enflasyon önemli sorundu. Ama o yıllarda emek kendini enflasyona karşı korunmaktaydı. Koalisyon hükümetleri endekslemeyi genelleştirmişlerdi ve bu durum sadece asgari ücretlere, emekli ve memur aylıklarına değil; bugüne göre çok daha geniş bir kitleyi kapsayan toplu sözleşmelerin tümüne girmişti. Sadece enflasyon kaybını değil, refah payını da katmışlardı. Dolayısıyla kayıpları çok azdı. Onun dışında, bütün çiftçi destekleme alımları, taban fiyatlar, hepsi endekslenmişti. Birçok kesim kendini korumayı başarmıştı.
Bugün de yaygın bir endeksleme var. Ama sermayenin, bütün gelir türleri fazlasıyla endeksleniyor. Bir örnek kur korumalı mevduattır. Kur korumalı mevduatla, kurun artışı faiz gibi ana paraya ekleniyor. İlk 3 ayda bu mevduat sahiplerine ödenen getirinin yıllık ortalaması enflasyonu aşmıştır. İkincisi asgari ücret artışına sermayenin tepkisiyle gerçekleşti. Şirketleri ücret artışlarını kâr marjlarına yedirdi. Enflasyonu artıran bir etken de o. Asgari ücretler maliyetlere eklendi kar marjlarını da yükseltti.
Normal olarak emeğin payı artarsa, karın payı azalır. Emeğin payını artırması gereken asgari ücret ayarlaması; aynı zamanda kar marjlarını da koruyor. Bu da sermaye lehine bir endeksleme türü olarak yorumlanabilir. Sonuçlardan bazı örnekler: Bir yıl öncesine göre banka kârları yüzde 320 artmıştır. İşte emek karşıtı bölüşüm şokunun telafisinin kimin tarafından ödenmesi gerektiğine ilişkin bir adres. İkinci bir örnek borsa kazançlarıdır.. Yılbaşından bu yana Türkiye'de borsa, “yükselen piyasa ekonomileri”nden pozitif yönde ayrışıyor. Bu ne demek? Borsada işlem gören bütün finansal varlıklar, servet türleri enflasyonun üzerinde kazanmaktadır. Nisan ayında borsa endeksindeki artış yüzde 20'ye yakındır. Enflasyon yüzde 5,6 artarken borsada işlem gören bütün şirket hisseleri, menkul değerler yüzde 20 artmış. İşte servet dağılımında bir kutuplaşma olgusu…
Buradan kısa vadede çözümlere geliyoruz: Millet İttifakı'na göre çözüm IMF'dir. Zaten ana bileşeni olan CHP ‘yetki Ali Babacan'da’ dedi. IMF programını 2015'e kadar tavizsiz sürdüren siyasetçi adres gösterildi. IMF ‘istikrar sağlanacak’ ilkesini savunur. Bugünün ortamında düşük tempolu büyüme anlamına gelir. Nitekim IMF'nin Türkiye için öngörüleri 2027'ye kadar yüzde 3,3'lük bir büyümedir. ‘Neoliberal istikrara döneceksin; IMF kredisini kamu maliyesini sıkarak ödeyeceksin’ diye özetlenebilen bir model izlenirse karşılığı yüzde 3,3’lük büyüme… Hatırlayın 2001 krizi öncesinde IMF programı enflasyonla mücadele başlığı altında tezgahlandı. Dış dengeleri sağlamak için kredi aldık, bunun karşılığında her yıl bütçe fazlası vermeyi yüklendik. Bu tür bir program, bütçe daha da daralacak anlamına geliyor. Zaten AKP'nin dar tuttuğu kamu maliyesi, daha da daraltılacak; dış borç yükü böylece ödenecek ödeyeceksin, enflasyon böyle frenlenecek.
Türkiye'de bugünkü toplumsal bunalım koşullarında bu tür bir kemer sıkma yönelişi, Gamze'nin vurguladığı atıl emek oranlarının artmasını kaçınılmaz kılar. İşsizlik oranının sabit kalması için bile yüzde 5 büyüme lazım. Daha düşük oranda büyüme sağlar ama bu atıl emek rezervinin genişlemesi anlamına gelir. Yani evde oturan delikanlılarımız ve kızlarımız iş gücü piyasasına çıkmaya ihtiyaç bile duymayacaklar. Yani IMF-türü politikalarla bize vaat edilen gelecek budur.
AKP ‘iktidarı kaybedersem, IMF’ye gittiği için dünyayı yeni iktidarın başlarına yıkarım’ diyor. Buna karşılık seçimi Saray kazanırsa, IMF programına gidecek her türlü o esnekliği yapar. Cumhurbaşkanı'nın bu konuda gösterebileceği esnekliğin sınırı yoktur. Dış siyasetteki dalgalanmalarına baksın arkadaşlar, tüm belirtiler örnektir. "Ben IMF'nin hissedarıyım, bir üyesiyim, hatta zaman zaman sözcüsü bile olmuşumdur, bu kimliğimle IMF ile işbirliği yapıyorum" söylemine rahatlıkla geçebilir.
Şimdi gelelim IMF dışındaki kısa vadeli seçeneklere. Tüm emek gelirleri kısa dönemde enflasyona endekslenmeli. Nasıl? Öncelikle bölüşüm şokunun “kazançlıları” olan burjuvazi, şirketler, bankalar vergilenerek… Etkili, müterakki bir servet vergisi gündeme gelmelidir. Şu anda Arjantin bir borç krizden geçiyor. Türkiye’yi andıran yıllık yüzde 57 enflasyon, yüzde 47 de politika faizi uygulanıyor. Ama aynı zamanda enflasyondan kazanan katmanları vergileyerek bütçeden yoksullara önemli boyutta gelir transferi yapacak bir kaynak aktarımını kabul etti.
Sıkı para politikasına fakat gevşek maliye politikasına geçilmeli. Sıkı para politikası sermayenin sistematik kayırılmasını frenler. Bankaların astronomik kârları nereden geliyor? Yüzde 14 ile MB’den borçlanıyor. Yüzde 28’lerle kredi dağıtıyor. Emekçilere daha yüksek faizle kredi veriyor. Tüketici kredisi yüzde 25, ihtiyaç kredisi 28. Enflasyon yüzde 61; ama ticari kredi yüzde 20… Sıkı para gevşek maliye politikası sermayenin kayırılmasını kısıtlar. Maliye politikasının temel özelliği reel ekonomiyi besler. Aziz arkadaşımız ayrıntılara hakimdir. Harcamaların bir bölümü de sermayeye transferden oluşur. Teknik adı vergi harcamasıdır. Harcama gibi görünür. Bu tür kamu giderlerini kaldıracak; bir anlamda sermayeyi vergileyecek ve emeğe aktaracaksın.
Orta ve uzun dönemde bir büyük onarım gerekecektir; çözümler çok daha güç ve meşakkatlidir. Bu onarım ancak halkın iktidara katılmasıyla olabilir. Neo liberal dönem, bir anlamda halk sınıflarını da afyonlamıştır. Nicel örnek vereyim: 2000-15 arasında kişi başına işçi ve köylü gelirleri reel olarak büyümüş ama kişi başına milli gelirin gerisinde seyretmiş. Üretimden aldıkları paylar gerilemiş; ama tüketim payı artmıştır. Yani halkımızın kişi başına tüketimi gelir düzeylerini aşabilmiştir. Nasıl? Borç tuzağına savrularak… Sermaye birikiminin sürüklemesi ile ekonomi büyürken emeğin ulusal hasıladan aldığı payını artırmak; ama tüketimin payını aşağı çeken bir gelişme biçimi…
Bu gelişme biçimi bir halk iktidarını; azından işçi sınıfının etkili biçimde temsil edildiği bir iktidarı gerektiriyor. Bu iş de sosyalistlerin işçi sınıfını temsil edecek bir örgütlemeyle iktidar katılması sonucunda gerçekleşebilir. Kuşkusuz en uzun dönemli çözüm, sosyalizm, giderek komünizmdir.
EMEKÇİLER İÇİN SİYASET YAPMA ZAMANI
Gamze Yücesan ÖZDEMİR
Korkut Hoca, "bu emekçilerin krizi" dedi ve sonra da "bu krizin kaybedenleri bu memleketin emekçi halk sınıflarıdır, gençleridir, kadınlarıdır, güvencesizleridir" dedi. Tam da bu noktadan hareketle, emekçilerin bu krizde ne yaşadıklarına dair iki nokta üzerine düşünebiliriz: İlk olarak emekçiler nasıl bir ekonomik, siyasal ve ideolojik yapı içinde bu krizi deneyimliyorlar? İkinci olarak da bu krize emekçiler tarafından üretilen tepkiler neler? Toplumda fay hatları hareketlendi. Toplumda sınıfsal konumlar üzerinden talepler yükselmeye başladı. Özellikle yılın başından bu yana artan eylemlere de bir ışık tutmak gerekiyor.
Emekçilerin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve ideolojik yapıya dair birkaç başlık tartışmak isterim. Öncelikle memlekette derin bir işçileşmenin olduğu bir süreçten geçiyoruz. 30 milyona yakın istihdam olduğu söyleniyor. Bunların 20 milyonu ücret ve maaş gelirleriyle çalışıyor. Diğer bir deyişle istihdamın yüzde 70’i ücretli çalışanlar. Buna emeklileri de eklersek 30 milyona yakın ücretliden konuşuyoruz. Bir de bunların ailelerini katarsak, ücretliler artıyor. Toplum bir işçi toplumu, emekçi toplumu haline gelmiş durumda.
Buradan hareketle, işçinin hayatla kurduğu temel bağ olan ücrete bakalım. Ücret bağımlılığının çok derin olduğu açık. Bu kadar insanı, toplumun çok geniş bir kesimini hayata ücret bağlıyor. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde ücret bağımlılığının iki önemli özelliği var. Biri daha önce kırdan gelen desteğin tümüyle kesilmiş olması. İşçi sınıfının çok büyük bir bölümüne memleketten erzak ya da para gelmiyor artık. Diğeri ise, ücretsiz ulaşabilecekleri hizmetlerin piyasalaşmayla ortadan kaldırılmış olması. Memleketten gelen desteğin azalması ve kamu hizmetlerinin piyasalaşmasıyla emekçilerin çok geniş bir kesimi hayata yalnızca ücretle bağlı hale gelmiştir. Bu ücret bağı koptuğu anda yaşamdan kopacak, hayattan düşecek bir halde krizi deneyimliyor işçi sınıfı.
Ücretle birlikte asgari ücreti de tartışmamız gerekiyor. Asgari ücrete beklenenden yüksek bir artış yapıldı. Ama asgari ücret enflasyon ve hayat pahalılığı karşısında hemen eridi. Bugün Türkiye’de ücretlilerin yaklaşık yüzde 50’si asgari ücretle çalışıyor. Normal bir ülkede asgari ücretle çalışanlar yüzde 4- 5 civarında olabilir. Bu anlaşılabilir. Yüzde 50 oranıyla, asgari ücret bu toplumun ortalama ücreti olmuştur. Ülke asgari ücretliler ülkesi haline gelmiştir. Asgari ücretin içinde sosyal ücret tümüyle konuşulmaz oldu. Asgari ücret işçinin asgari besin ile ölmeden ertesi gün işe gidebileceği bir düzeyde hesaplanmaktadır, ki mevcut koşullarda bunun bile gerisinde kalmaktadır artık. İşçinin bakmakla yükümlü olduğu kişiler, tatil ya da kültürel etkinlik gibi harcamalar bu ücretin içinde değil.
İşçileşme, artan ücret bağımlılığı ve asgari ücretliler toplumundan hareketle çalışan yoksulluğuna gelelim. Bu ülkede işçiler olağanüstü uzun saatler çalışıyor. Türkiye’de ortalama çalışma saati haftada 46 saat. Batı ülkelerinde bu oran 36 saat civarında. Sürekli çalışan ve çalışma hariç hiçbir yaşamı olmayan işçiler çoğu durumda asgari ücrete bile ulaşamıyor. Ulaşanlarsa, biraz önce de belirttiğim gibi asgari geçim olanaklarını dahi sağlayamıyor. Bu anlamda çok sert bir dönemde kriz deneyimleniyor. Çalıştıkça yoksullaşan bir toplumdan bahsediyoruz.
"Kapitalizmde sömürülmekten daha kötü olan sömürülememektir" gerçeğini hatırlayalım. Buradan Türkiye işçi sınıfının önemli bir bölümünü oluşturan işsizlere geçmek isterim. İşsizlik rakamları çok yüksek. İşsizlik iki türlü açıklanıyor. Dar kapsamlı işsizliği TÜİK yaklaşık yüzde 11 olarak açıklıyor ama bunu ciddiye alan kalmadı. Dar kapsamlı işsizlik, belli bir zaman diliminde iş arayanları kapsıyor. DİSK-AR uzun süre önemli bir mücadele yürüterek geniş tanımlı işsiz hesaplamasını gündemde tuttu. Geniş kapsamlı işsizlik tanımı, işsizliğin hesaplamasına iş aramaktan umudunu kesenlerin, eksik istihdam altında olanların da eklenmesini içeriyor. TÜİK, geçen yıl DİSK'in geniş kapsamlı işsizlik tanımını "atıl işgücü" olarak açıklamaya başladı. Atıl işgücü, yaklaşık yüzde 25 olarak açıklandı.
Açıktır ki ekonomik krizi en acımasız, en sert ve şiddetli deneyimleyenler kadın emekçilerdir. Kadın emekçiler salgın ve krizle ilk işten çıkarılanlar oldular. Ev ve aileyle kuşatılırken, ya evden parça başı üretimle ya da esnek ve güvencesiz işlerde yarı zamanlı istihdam ediliyorlar. Ya da çoğu kadın emeğini satamayacak duruma geliyor. Belirtmek gerekir ki, ekonomik krizle yoksulluğun çöktüğü evlerde gündelik hayatın devamı kadınların omuzlarındadır.
Türkiye’de işçi sınıfının bir bölümünü de göçmenler oluşturuyor. Şu anda 7 milyondan fazla göçmenden bahsediliyor. Bunların sadece 145 bininin çalışma izni var. Çok zor koşullarda ve kayıt dışı düşük ücretle çalışıyorlar. Bu noktada hem çok zor şartlarda çalışan bir işçi sınıfı kesiminden bahsediyoruz, hem de emek piyasasında ücretlerin düşürülmesine etkide bulunan bir kesimden söz ediyoruz. Daha az ücrete ve daha kötü koşullara razı bir göçmenler ordusunun varlığı, Türkiyeli işçiler için de çok daha kötü çalışma koşulları ve ücretler anlamına geliyor. Bu gerçeklik göçmenlere yönelik iktisadi ve toplumsal politikaların ne kadar önemli olduğunu gözler önüne seriyor.
Türkiye’de gençler, işçi sınıfının mensubu olan ya da olacak olan gençler, ülkeyi terk etmek istiyor. Bir ülkenin başına gelebilecek en acı deneyimdir, ülkenin gençlerinin ülkeyi terk etmek istemesi. Gençlerde diplomalı işsizlik çok yüksek. Diğer yandan ücretler çok düşük. Yeni işe başlayan mimar-mühendislerin yüzde 60’ı asgari ücretle çalışıyor. Diğer çarpıcı bir gerçeklik ise, ne eğitimde ne de istihdamda olan gençler. 3 milyona yakın genç ne eğitim alıyor ne de çalışıyor. Dolayısıyla gençlerin önemli bir bölümüne ne eğitim ne de istihdam sağlayabiliyoruz. İstihdamda yer alabilenler düşük ücretler, eksik istihdam ve uzun çalışma saatlerine mahkum oluyor. Eğitimde olanlarda ise başka bir sorundan bahsetmek mümkün: Kötü eğitim olanakları ve buna bağlı olarak yaşanan kutuplaşma. Bugün Türkiye’de eğitim alanı, tarihinde hiç olmadığı kadar sınıfsal bir kutuplaşmanın içindedir. İyi eğitim olanakları oluşturabilmek bugün neredeyse tamamen kamunun dışına çıkarılmış durumdadır. Bir genç olarak piyasadan iyi eğitim satın alabilecek şanslı bir ailede doğmamışsanız, eğitim imkanlarınız büyük ölçüde daralmaktadır. Henüz eğitimde başlayan bu uçurum, eğitim sonrası süreçte de artarak devam ediyor maalesef. Gelinen noktada, gençlere gelecek sunamıyoruz ve onlar da ülkelerini terk ediyorlar.
Türkiye’de emekçilerin durumunu tartışırken örgütlülük konusu da çok önemli bir konu. Kamuda çalışanların yaklaşık yüzde 14’ü sendikalıdır. Ama özel sektörde bu oran yüzde 6’dır. Diğer bir deyişle, özel sektörde yüz işçiden 94’ü sermayenin insafına terk edilmiştir. Sendikalı olanların ise çok az bir bölümü toplu iş sözleşmesi kapsamındadır. Toplu iş sözleşmesi kapsamının çok dar olması emekçilerin örgütlülüğün gerçek kazanımlarına sahip olamadığını da gösteriyor.
Türkiye’de emekçilerin içinde bulunduğu siyasal ve ideolojik yapıya dair de düşünmek gerekiyor. İşçi sınıfının önemli bir bölümü dincileşmenin etkisi altında, daha çok dini referanslarla yaşıyor. Dolayısıyla işçi sınıfında itaat halinin ve şükretme halinin varlığından bahsetmek önemlidir. Bu durum, yaşanılan hayata ilişkin tepkilerin daha çok yatay düzeyde ya da farklı biçimler altında ortaya çıkmasına neden oluyor. Farklı biçimler altında ortaya çıkan arayışlar ya milliyetçilik çerçevesinde görünür oluyor ya da tarikatlar gibi gerici toplumsal yapılarda kendini ortaya çıkarıyor. Yatay şiddet ise bugün göçmenlere dönük tepkilerde kendini gösteriyor.
Emekçi sınıflarına dair söylenebilecek diğer bir değerlendirme de artan bireyciliktir. Kolektif alanların tümüyle yok olmasıdır. Kolektif olarak emekçi kesimlerin bir araya gelebileceği, sendikalar, kulüpler hatta mahalle kahveleri ortadan kalkmıştır. Tek kolektif zaman ve mekan ise cemaat ve tarikatlar olmuş durumdadır.
Ayrıca yurttaşlığın ve yurttaşın sosyal haklarının çok zedelendiği bir dönemden geçiyoruz. Bu toplumun emekçi sınıflarının kendilerini bu toplumun yurttaşı olarak görme bilinci tümüyle berhava olmuştur. Bu toplumun bir yurttaşı olarak çalışma hakkı, eğitim hakkı, barınma hakkı gibi taleplerin bilinçlerde tümüyle zedelendiği bir dönemden geçiyoruz.
Tüm bu değindiklerim işin bir tarafı... Diğer taraftan ise yılın başından bu yana işçi sınıfında bir hareketlilik var. Önemli bir sınıfsal hareketlilik gözlemliyoruz. İşçi sınıfının taleplerini yükseltmeye başladığına tanık oluyoruz. Bu hareketlilik en çok moto-kuryelerde görünür oldu. Banabi pembesi, Migros turuncusu, Trendyol laciverti işçi sınıfının itirazlarının rengi oldu. Ama onlarla sınırlı kalmadı. Liman işçileri, depo işçileri, tekstil işçileri… Birçok yerde itirazlar yükseliyor.
Bu eylemlerle ilgili ne söyleyebiliriz? Herhalde ilk söyleyebileceğimiz şu: Eylemlere katılanların çoğu genç ve çoğunun ilk eylem deneyimi. Kadın işçilerin de eylemlerde önde olduklarını belirtebiliriz. Farplast’ta, Alpin Çorap’ta kadınlar çok öndeler. Bu eylemlerin bazılarında sendikal yapıların varlığını görüyoruz. Özellikle sendikaya üyelikten dolayı işten atılmaların olduğu işyerlerinde sendikalar da direnişlerde yer alıyor. Ama çoğu yerde işçiler el yordamıyla eylemlerini büyütüyorlar.
Yılbaşından bu yana işçi eylemlerine dair altını önemle çizmemiz gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum. Emekçilerin eylemlerine ve direnişlerine kamuoyundan çok ciddi bir destek var. Diğer bir deyişle bu eylemlerin çok ciddi bir toplumsal meşruiyeti var. Toplum bu eylemleri bağrına basıyor. Emeğin çok uzun süredir kaybettiği, toplum nezdinde zedelenen kıymet ve öneminin tekrar hak ettiği yere geldiğini gösteriyor. Salgınla birlikte emekçilerin yaşamı üretenler olduğu çok net görünür oldu. Eylemlere dönük toplumsal meşruiyette bunun da payı var.
Ayrıca bu eylemlerde işçiler sosyal medyayı çok iyi kullandılar, sosyal görünürlüğü mümkün kıldılar. Sosyal medya aracılığıyla birbirlerine hızlı haber ve deneyim aktarımında da bulundular.
İşçi sınıfı eylemliliklerinin yanına kırsaldaki hareketlilikleri, öğrencilerin “barınamıyoruz” eylemlerini, geçen hafta gerçekleşen emeklilerin eylemlerini de ekleyelim. Sonuç olarak, toplumun ciddi bir hareketlilik içinde olduğunu görüyoruz. Pek çok farklı kesimden itiraz dalgaları geliyor. Bu dalgaların, her ne kadar farklı kesimlerden doğsalar da talepleri ve itiraz ettikleri ilişki düzeni bakımından büyük ortaklıklar taşıdıklarını belirtmeliyiz. Bu ortaklıklar toplumda kır ve kent emekçilerinin, mavi ve beyaz yakalıların, işçilerin ve işsizlerin çıkarlarının ve kurtuluşlarının giderek ortaklaştığı bir eğilimi ve bu eğilimi karşılayacak bir dönüşüm ihtiyacını işaret ediyor. Bu noktada toplumda yükselen itiraz dalgalarını ortaklaştıracak, dillendirilen talepleri görünür kılacak aşağıdan bir siyasete ihtiyacımız var. Dolayısıyla, taleplerini şimdilik el yordamıyla yükselten halk kesimleri siyasetini arıyor diyebiliriz. Toplumumuzun orta ve uzun vadeli geleceği, bu arayışın ne kadar karşılık bulabileceğiyle şekillenecek belki de.
İKTİDARIN BİLİNÇLİ TERCİHİ
Aziz KONUKMAN
Korkut hocanın bıraktığı yerden devam edeyim. Hoca büyüme rakamının ortalama 3,9 olduğunu söyledi. Son 5 yıl için önemli bir rakam. Fakat büyüme pompalaması ısrarının bir maliyeti var, o da enflasyon. Enflasyonda, OVP ve MB'nin enflasyon raporlarında öngörülenin çok ötesinde bir gerçekleşme oldu. Enflasyon son 20 yılın en yüksek zirvesine ulaştı. Evet, yaşanan toplumsal bunalımdır sermayenin krizi değildir. Ama bu enflasyonda beklentileri aşan gerçekleşme başta emekçiler olmak üzere geniş halk yığınlarının yanı sıra bir süre sonra sermayeyi de sıkıntıya sokacaktır. Emek cephesinden bakıldığında, bu sürecin toplu iş sözleşme düzenini fiilen felç ettiği görülmektedir. Memur ve memur emeklisi ile işçi ve Bağ-Kur emeklileri için geçerli olan enflasyon farkını gözeten 6 aylık maaş düzenlemesi takvimi fiilen anlamsız hale gelmiştir. Benzer bir durum, 2 yıllık işçi ücret düzenlemesi için de geçerli., Memur-Sen açıklama yapamıyor, KESK, TÜRK-İŞ ve DİSK de sıkıntıda. Bu durumdan rahatsızlar. İktidar da sıkıştı “Temmuz'da yapacağız” dediler. Asgari ücret dışında zaten 6 aylık süre o ay doluyor, TİS gereği zaten zam yapılacak. Ama arada geçen sürede emekçilerin gelir kayıpları nasıl telafi edilecek? İktidar bu soruya tatmin edici bir yanıt veremiyor.
Tekrar edelim emek üzerinden toplumsal bunalıma gidiyoruz. Neden? Bir yandan bankaların, şirketlerin kârları patlarken diğer tarafta derin bir yoksulluk var. DB daha önce hep yoksulluğu “çeperdeki yoksulluk, sosyal dışlama” ile anlatırdı. Artık toplu sözleşme sistemine giren emekçinin yoksulluğu var. Hatta onla ilgili rapor yayımladılar ve buna çalışan yoksulluk dediler. Düşünün TÜRK-İŞ'in Kamu-Sen'in 4 kişilik aile raporu herkesin merak konusu oldu. Bütün bu göstergeler bozuldu.
Yapılacak şey belli ; gelir kaybındaki telafiyi güncelleştireceksin. Telafi artık değil 6 aylık 3 aylık bile olmaz. Her ay yapılmalı. Toplumsal bunalım önlenmek isteniyorsa Türkiye aylık telafi mekanizmalarını işletecek bir sürece girmeli.
Türkiye benim, -Lenin'in Tüm İktidar Sovyetlere" sözünü atıfla- tüm iktidara sermaye yöntemini izledi. Bu düzende ekonomi yönetişim adı verilen bir sistemle yönetiliyor. Yönetişim sisteminin üç saç ayağı var. Birincisi mutlaka bürokrasi olacak hem de akredite edilmiş, yani uluslararası finans çevrelerinin onay verdiği bürokratlar. Eskiden akredite edilmemiş birisi MB başkanı olamazdı. Erdem Başçı 50-60 yerden akredite edilerek geldi. Onun için neoliberal ideolojinin sadık bir temsilcisi. Şimdikiler öyle değil. Atamalardan sonra, Timothy Ash başta olmak üzere uluslararası finans çevreleri "ne yaptınız, liyakatsız adamlar geldi” demeye başladılar. Erdoğan, neoliberal politikalarda hocanın söylediği tarzdaki sapmaları uluslararası finans çevrelerine aykırı bir politikayı devriyeye sokarak yaptı. Kendi kadrosuyla yaptı. Ama bu politika değişikliği felakete yol açtı. Yaşanılan ekonomik sıkıntılar bu değişikliğin sonucudur.
Ağustos 2019'da 11'inci Kalkınma Planı, Meclis kararı olarak yayımlandı. Orada yazılan 288 nolu tedbir kimsenin dikkatini çekmedi. O tedbir "faiz sebep, enflasyon sonuçtur" denen tezin anlatıldığı yerdir. Fakat 288 nolu tedbire rağmen, Naci Ağbal atandı. O da politika faizini yüzde 19’a yükseltti. Oysa o tedbir gereği faizin düşürülmesi gerekiyordu. Ama tam tersine uluslararası finans çevrelerinin baskısıyla faiz oranı yükseltildi. Hatırlanacaktır, faizin yükseltildiği gün katıldığı TOBB toplantısında Erdoğan, " maalesef MB Başkanları'na biz karışamıyoruz, o faizleri yükseltti , beni dinlemiyorlar, ne yapayım" dedi. Yani ‘’Kötü polis, iyi polis’’ senaryosu devreye sokuldu. Oysa Ağbal'ı faizleri yükseltmesi için bizzat kendisi getirmişti. Çünkü Londra finans çevreleri baskı yapıyordu. Bu baskı etkili olmuş olmalı ki, Ağbal faizi yükseltti. Ayrıca Ağbal post-Washington uzlaşmasının akredite ettiği, neoliberal politikalarına sadık bir maliyeci isim olarak da bilinir. O dönemde Erdoğan 288 nolu tedbire rağmen MB’ye Naci Ağbal'ı atayarak, teslim bayrağını çekmişti. Ama daha sonra gardını da aldı. Önce onu yıprattı sonra da istediği atamayı yaptı. Ondan sonraki süreçte, hocamın dediği politikayı izleyen bir stratejiyi bugüne kadar sürdürüyor.
Şunu da belirtmeliyim ki bu süreç planlı yürütüldü. Yani politika faizi düşürülünce ne olacağını biliyorlardı. Saray’daki danışmanı Cemil Ertem ‘in öncülüğünde bazı akademisyenlere bir çalışma hazırlattı. İşte Yeni Model, Çin Modeli denen hikaye. Model şunu söylüyor: “biz faizi düşüreceğiz, kur artacak, bu da bizim ihracatımızı cazip hale getirecek, sonunda bizim cari açığı düşürecek". Hatta ilk metinde cari açık fazla verecek dediler. Ben 6'lı masanın iktisatçılarına çok şaşırıyorum. Diyorlar ki "faizleri düşürdüğünüzde bu sonuçların çıkacağını bilmiyor muydunuz?" Ya biliyorlardı, söylüyorlardı zaten, yazdılar.
Demek ki bilinçli bir tercih.
Fakat evdeki hesabın çarşıya uymadığı bir durum çıktı ortaya. Büyüme ısrarı enflasyonu patlattı. Daha da önemlisi TÜFE-ÜFE makasını arttırdı. ÜFE 200’lere çıkarsa üç haneli enflasyonu görebiliriz. Bu da sermayeyi sıkıştırıyor. Bugüne kadar lehlerine olan bu model onlar için kritik bir aşamaya geldi. Bugün sanayicinin, en büyük derdi artan stok maliyetleri. İthal girdilerde yaşanan tedarik sıkıntısı nedeniyle ileride sıkıntı yaşarız endişesiyle girdi stokuna yöneliyorlar. Bu stoklar bittiğinde artan kurlar nedeniyle girdi ithal edemeyecek duruma gelecekler. Nitekim bu durumda çok sayıda işletme var. Bundan sonra bırakınız yatırımı üretim yapmak bile giderek zorlaşacaktır. Bir de ihracatçı döviz kazancının, yüzde 25'ini MB'ye verirken, bunu 40 yaptılar, herkes isyanda. Şimdi bir yandan 40'ı ödeyeceksin, bir yandan ithal girdi finansmanı yapacaksın çünkü ihracatçı dediklerinin önemli bir kısmı imalatçı. Bu 1960’li yılların bütün döviz kazançları MB’ye politikasıdır. Bu sürdürülebilir bir durum değildir.
Yani bu sorunlar üretim ayağını aksatabilir ve büyüme patikası sekteye uğrar. Ne oldu "IMF April 2022 World Economic Outlook" raporunda Türkiye’nin 2022 büyüme hedefini 2 7diye revize etti, bizimkilerin OVP hedefi 5’de kaldı. Stagflasyona gireceğimizden korkuyorum. Çünkü büyüme sürdürülemez, üretim yapamaz noktaya gelirlerse, bir de enflasyon zaten almış başını gidiyor, çok sıkıntılı sürece giriyoruz. Dolayısıyla bir yandan toplumsal bunalım, bir yandan da sistemin krizi eşanlı olarak yaşanabilir. Bu da herkesi darmadağın eder. İktidarı yerle bir edeceği gibi yerine kimin geleceğini de bilemeyiz. Sermaye gelip, açık bir diktatörlük rejimini de onaylatabilir. Çünkü neoliberal politikaları uygulamak isteyenlerin başka bir seçeneği yok. Tek adam rejimine geçiş nedenini ona bağlıyorum. Ben bu tek adam rejiminin ekonomi-politiğini yazarken “eninde sonunda mutlaka ve mutlaka otoriter bir rejim inşası şart” dedim. Kaldı ki parlamenter rejimdeyken bile bu politikalar önce ANAP, sonrasında AKP iktidarları döneminde kesintisiz bir şekilde uygulandı. Tek adam rejimiyle muhalefeti etkisizleştiren dikensiz gül bahçesi yaratılmaya çalışılmıştır. Altılı Masa, “ben güçlü parlamenter rejime geçeceğim ama neoliberal politikaları da uygulayacağım” diyor. Kusura bakmasınlar, mümkün değil. Avrupa'da bile büyük tartışma konusu. Neoliberal politikaların dayatması olan Mali Anlaşmayı imzalamış birçok AB üyesi ülkede ülke meclislerinin bütçe hakkı (bu hakkın yolu dilimize Büyük Özgürlükler Sözleşmesi diye çevrilen 1215 tarihli Magna Carta ile açılmıştır) AB Komisyonu’na devredilmiş durumda. Resmi adı “Ekonomik ve Parasal Birlikte İstikrar, Koordinasyon ve Yönetim Anlaşması” olan, ancak daha çok “Mali Sıkılaştırma” veya “Mali Anlaşma” (the Fiscal Compact) olarak anılan bu düzenlemeyle Avrupa’da yüzlerce yıldır verilen mücadelelerle elde edilmiş olan ulusal meclislerin bütçe yapma hakkı büyük bir darbe yemiştir. Görülüyor ki, bütçe hakkının hükümetler üstü organlara bırakılması bir kriz tedbiri olmasının ötesine geçerek, kurumsallaştırılmıştır. Böylesi bir girişim, bütçe hakkının sözü edilen ülkelerde tek tek ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir.2018 Eylül’ün son günlerinde patlak veren İtalya ile AB Komisyonu arasındaki bütçe krizi getirilen bu yeni sistemin açmazını çok açık bir şekilde ortaya koymuştu. Zamanın İtalya başbakanı bu durumdan çok yakınmıştı. Ancak ilginçtir, Avrupa Merkez Bankası eski başkanı şimdiki İtalya başbakanı Mario Draghi ortak bütçe çağrısıyla ‘’ulusal egemenliğin bir kısmından ortak bir egemenlik için vazgeçmeliyiz’’ diyerek mevcut yapıyı hararetle savunmaktadır.İster itiraz edilmiş veya savunulmuş olsun meclisin bütçe hakkının hükümetler üstü bir organa bırakılması gerçeği devam etmektedir. Neoliberal politikaların parlamenter rejimlerde yarattığı telafisi mümkün olmayan bu tahribatı görmek gerekiyor.
Tekrar IMF raporuna gelirsem. OVP de 25 milyar dolar olarak belirtilen cari açık söz konusu raporda 39,2 milyar dolar diye revize etmiş. Böyle büyük bir revizyon görmedim. OVP’de cari açığın milli gelire oranı yüzde 2, IMF ciddi bulmuyor, 5,7 diye revize ediyor. Daha vahimi ortalama dolar kuru, bizimki 9,27 TL iken IMF'nin öngörüsü 16,37. Bence IMF'nin bu öngörüsü çok iyimser. Çünkü FED politika faizini 25 baz puan artırdı. Bu yıl içinde 5 kez daha politika faizi artıracak. İktidarın yıllık enflasyon hedefi OVP’de yüzde 9,8 yazıyor hala. Şimdiden 61 oldu, IMF yine iyimser bir yorumla 52,4 dedi. Oysa FED faiz artırımları sonucu nas ısrarı nedeniyle faizler sabit tutulacak(yani her seferde nas pas geçilecek), kur daha da yükselecek ve dolayısıyla enflasyon giderek daha yükseklere tırmanacaktır. Bu beklentiler nedeniyle şimdiden ‘’OVP çöktü, bütçe kadük oldu’’ diyebiliriz.
Kur Korumalı Mevduatla (KKM) ile ilgili bir konuya dikkat çekmek istiyorum. BirGün aracılığıyla suç duyurusu yapıyorum: KKM ile ilgili ödemeleri bütçenin hanehalkı ve şirketlere transferler kaleminin ekonomik ve mali transferler kısmına koydular. Son derece doğru bir adres. Ama bütçenin Anayasası konumunda olan 5018’in 19’uncusu maddesi diyor ki eğer senin bütçe görüşmelerin sırasında, öyle bir kalem yok idi ise sonradan yıl içinde böyle bir ödeme ihtiyacı duyduysan, onu oraya yazamazsın. Ben yazdım olmaz. 2022 bütçesinin hazırlanırken esas aldığı 2022-24 bütçe rehberini buldum. Rehberde, mali ve ekonomik transferler kaleminin altında o bütçe tertibi yok, ön görmemişler bile. Nasıl olacak? Kanun öngörülmemiş bir bütçe tertibi varsa ek bütçe diyor. Resmi adı ‘’2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetvellerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’’ olan ek bütçe teklifi Cumhurbaşkanı tarafından Meclis’e sunulacak. Meclis de kabul edecek. Yoksa o ödemeyi yapamazsın diyor. Bu yasa dışı ödeme için ben suç duyurusu yapıyorum. Ayrıca bu ödemenin yasal olarak yapılabilmesi için acilen Cumhurbaşkanına ek bütçe çağrısı yapıyorum. Ek bütçe için başka gerekçeler de var. Çünkü bütçe hazırlanırken öngörülen kurun ve yıl sonu TÜFE enflasyonun fazlasıyla aşılması nedeniyle mevcut bütçe ödenekler şimdiden anlamını yitirmiştir. Ek bütçeyle başta emekçiler olmak üzere geniş halk yığınları lehine mevcut ödeneklerin artırılması veya yeni bütçe tertiplerinin açılmasıyla yeni bir kaynak aktarılması olanağı doğacaktır. Başta ana muhalefet partisi olmak üzere diğer muhalif partileri ve emekten yana demokratik kitle ve meslek örgütlerini de bu çağrıya destek vermeye davet ediyorum. Bu konuda Evrensel gazetesine bir röportaj verdim.
Korkut hocamın politika faizi dışındaki faizlerle ilgili verdiği tablo çok çarpıcıydı. Hatırlanacaktır, politika faizini düşürürken beklenti piyasada geçerli olan faizlerin aşağıya düşeceği yönündeydi. Oysa tam tersi oldu ve bu tür faizler yükseldi. Üstelik burada sermayeye pozitif ayrımcılık uygulandı. Geniş halk kesimlerini ilgilendiren ihtiyaç kredileri ve tüketici kredilerindeki faiz oranı sermaye kesimine açılan kredilere göre daha yüksek düzeyde belirlendi. Bu beklenen bir gelişmeydi. Çünkü vergi harcamalarında da sermaye lehine bir pozitif ayrımcılık yapılmış ve sarı öküz o zaman kaybedilmişti. Ne demek istediğimi biraz açayım. 2022 bütçesi parlamentoda görüşülmeden önce hocamın bahsettiği vergi harcaması tutarı bizim bütçenin kanun teklifi cetvelleri arasında olurdu. Orada hangi vergi gelirlerinden vazgeçildiği yazılır. Tanınan vergi muafiyet ve istisnaların büyük bir kısmı sermaye lehine düzenlemelerdir. Vaz geçilen rakam 336 milyar TL. Yanı toplanması öngörülen vergi gelirinin yüzde 26.7’si. Bu dehşet bir rakam. Geçen sene de 25 idi.İki sene yüksek olunca cetvelleri Meclis’in web sitesine koymadılar.. Halbuki bu kanun teklifinin resmi adı “2002 yılı merkezi yönetim bütçe kanun teklifi ve bağlı cetveller ”. Siz bunu koymazsanız şekil şartını yerine getirmemiş olursunuz. O Meclis’e sunulmamış oluyor. Onlarca kez çağrı yaptım. Diyorlar ki biz bunu usp ile plan bütçe komisyonundaki vekillere verdik. Oysa bu yetmez. Diğer vekillerin ve halkın da bilgilendirilmesi gerekir.Dolayısıyla bağlı cetvellerin verilmemesi büyük bir eksikliktir. Bu bütçenin usulüne uygun sevk edilmediği anlamına gelir. İlgili cetveldeki rakamı sonunda buldum. Bütçe teklifini bağlı cetvelleriyle birlikte Strateji bütçe başkanlığı web sayfasına koymuşlar. Niye kaçıyorlar bu rakamları? Nedeni çok açık. Toplayacağınız verginin yüzde 26.7’si sermayeden alınmıyorsa bu tam anlamıyla sermaye diktatörlüğüdür. Bu yetmiyormuş gibi şu anda sermaye lehine bir paket daha var gündemde. Ucuz kredi vereceğiz diyorlar. Yüzde 9’a oranında faizlerle 150 milyara varan krediler vereceğiz. Mevcut kredi faizleri yüzde 25-26 düzeyinde iken ihracata dönük yatırımlar ve turizm için bunu 9’a indireceğiz. Çünkü buralardan döviz gelecek diyorlar. Zaten toplayacağın vergiyi almadın bu neyin nesi? Yurttaş kan ağlıyor. Ona niye vermiyorsun? Bu Maliye Bakanı Nebati nezdinde Erdoğan hükümetinin sınıfsal tercihinin göstergesidir.